YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
09 Ağustos 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“

Çanakkale’de büyüdüğümüz Barbaros Mahallemizde 1960’lı yıllarda Çanakkale’de de tanınan Cafer’den bahsetmemek istiyorum sizlere. Bizlerden yaklaşık olarak bir on yaş kadar büyük olan Cafer’imiz biraz akıldan kıt olmasına rağmen kimseye zararı olmayan, oldukça hatta haddinden fala sakin birisi idi ve babasının yanında inşaat işlerinde çalışırdı amele olarak. Harç karar sonrada araba ile veya sırtında çıkartırdı kullanılacağı yere kadar. Bu işlere amele olarak başladı ve devamlıda amele olarak çalışarak devam etti hayatına. Bizi ilgilendiren tarafı elbette ki bu yönü değil, daha çok iskele veya kordon boyunda gezer iken yaşadıklarıydı Cafer’imizin. Yaşı gelip askere giden Cafer yaklaşık olarak altı ay gibi bir süre sonunda teskere alarak döndü. Anlatılanlara göre o zamanlar askerlikler akıldan kıt olanların kıtlık seviyesine göre tayin edilirmiş süreleri. En akıllı ve uyanıklar Jandarma olurmuş daha sonraları tam süre ile yaparlar ama aklı biraz kıt olanlar sınıfına girenler altı aya kadar düşermiş askerlik süreleri. Bizim mahallemizde bir kişi daha vardı ve oda aynı şekilde altı ay olarak yapmıştı askerliğini. Adı Necmi olan bu komşumuz o zamanlar çok kullanılan bir liralığın kurbanı olarak gönderilmişti askere. Haydi başlamış iken onu da aktarıverelim zamanı gelince Askerlik Şubesine giden Necmi’nin ailesi görevliler çocuğun aklının kıt olduğundan askerlik yapamaz raporu verilmesini istemişler. Mazeret olarakta aklının yanında harfleri ve rakamları bilmediğinden askerlik yapamaz diye düşünmüşlerdi. Görevli kişi önce yazıları okutmaya çalışmış ama başarılı olamamış rakamları göstererek bir şeyler yapmasını istemiş, ama gene olmamış çünkü bunları bilmiyor ki zaten konuştuğu lisan üç beş kelimeyi geçmez. Necmi inşaat ustası olan babasının yanında değil, çarşıda bir zahirecinin yanında çalışıyor hem bir şeyler kazanıyor, hem de yeri belli oluyordu. Gerçi dışarıda herhangi bir kimseye zararı dokunmuyordu ama yine yerinin belli olması açısından iyi bir uygulama idi. Dönelim askerlik muayenelerine, görevli kişi yazıları rakamları okutamayınca cebinden çıkardığı bir miktar bozuk paranın içinden bir lirayı göstererek “bu nedir?”deyince Necmi hemen yapıştırmış cevabı “teklik” (teklik, bir lira) Bunun üzerine hemen askerlik kararı çıkarak gönderilmişti askere Necmi ama, altı ay gibi kısa bir sürede bitirmişti askerliği. Annesi bazı eş dost toplantılarında “benim oğlum akıllıların yapamadığını yaptı herkesin iki senede bitirdiği askerliği altı ayda bitirdi” diyerek espri yapıyordu bazen. Oldukça fazla uzattık sanıyorum onun için biz gene kaldığımız yerden Caferi anlatmaya devam edelim. Gün boyu inşaatta babasının yanında çalışan Cafer akşam olunca en güzel kıyafetlerini giyinerek ki bunlar haddinden fazla temiz kıyafetler idi burada yanlış bir kanıya varmayalım. Kıyafetler yeni ve temiz olmasına karşılık model ve renk olarak genelde köylü vatandaşlarımızın giydiği kıyafetlere benziyordu. Akşam serinliğinde dolaşmaya çıkan Cafer evlenme yaşına geldiği için kendisine uygun birisini bulabilmek için kızların peşinden dolanır dururdu. Biraz tarif etmek gerekir ise uzun boylu zayıf omuzlar öne doğru sarkık baş öne eğik ve dolayısı ile bu durumda sanki sırtında kamburu varmış gibi durmaktadır. Aslında kamburu yok ama duruş stilinden dolayı bu şekilde görünmekteyi. Dolaşmakta iken uzun boyu ile ve bedenine göre normalden daha uzun olan bacakları, her ileri adım atışta vücudunu da ileriye atarak yürür buda değişik bir görüntü sergilerdi. Uzun adımlar ile iskeleye kadar gelir, en son noktasına kadar giderek sanki kendisini aşağıya atacakmış gibi bir hız ile eğilerek aşağıya doğru uzanarak denize bir müddet bakarak sonra yine hızlı bir hareket ile kendisini geriye çekerek hızla döner ve az evvelki yürüyüşü ile devam ederdi yoluna. Bu arada karşıdan gelen bir kız grubu gördüğünde onların gözlerinin içerisine bakarak üzerlerine yürüyormuş gibi adımlarını biraz daha yavaşlatarak yoluna devam eder, kızlar kendilerini geçtikten sonra öne eğik olan başını vücudu ile birlikte geriye döndürerek şöyle bir bakar fakat bu arada az evvel üzerlerine gelen bu yabancıdan ürken kızlar “kim bu acaba?” diyerek geriye dönerek bakmalarını gören Cafer bundan bir anlam çıkararak hemen geriye dönerek peşlerinden gitmeye başlardı belki birisini tavlarım diye. Elbette kızlar bundan çekinirler ve hızlı adımlarla oradan uzaklaşmaya başlarlardı kurtulmak amacıyla ama böyle bir şeye kesinlikle gerek yoktu. Çünkü bu arada karşıdan gelmekte olan başka bir kız grubunu gören Cafer bu defa onların peşine düşerek başlardı gezintisine yeni baştan. Bu işlem gezinmekte olan kızların bitimine kadar devam ederdi. Yaz günleri gezintiye çıkınca yol elbette kordon boyuna çıkardı. İşte burada bu takip etmeler daha bir belirgin olur, zavallı Cafer geç vakitlere kadar dolaşır dururdu kordon boyunda. Bazen takip etmekte olduğu kızların peşinden gider iken karşıdan gelen başkalarını görünce geriye döner demiştik ya işte bu dönüşlerin birisinde hemen arkasında buluna bir kız grubu ile kazaen çarpışınca keyfine diyecek olmazdı Cafer’imizin. Ulaşılmaz varlıklar olarak gördüğü kızlardan, kadınlardan birisi ile bu kadar yakın bir kaza teması bile yeter artardı ona. Bir zaman sonra yakasında çiçekler ile dolaşmaya başladı ve yürüyerek yoluna devam eder iken gelmekte olan kızları görünce omuzlarını geriye çeker kafasını yukarıya kaldırır ve bu durumda kambur gibi duran vücudu dimdik olurdu. Daha bir kendine güven ile dik olarak yürümeye başlar yüzüne sevimli bir ifade vermeye çalışır ama kısa bir süre sonra kendisini unutarak tekrar omuzlarını aşağıya düşürerek bildiğimiz Cafer durumuna geçerdi. 2002 yılı yaz mevsiminde yine gördüm Cumhuriyet meydanında gezer iken Cafer’i. Oldukça fazla yaşlanmış çökmüştü. Anlayacağınız bir ömür tüketmişte kendine uygun bir kız bulmak için ama heyhat vakit geçmişti artık. Bir ömür boyu arayış içinde geçti. Evlenme yaşının geldiğini herkes biliyordu ama ailesi ya bilmezlikten geliyordu ve ya başka şeyler beklemekteydi. Bu arada sevgili Cafer’imize akıl verenlerde çok oluyordu. Herkes bir şeyler söylemekte idi ama bunlardan en akılda olanı ve oldukça uzun süreli olarak konuşulan birisi var ki anlatılmadan geçilmez. Mahallemizden biri bir gün Caferi yakalayıp “yahu sen evlenmek mi istiyorsun,bunu ailene söylemenin yolu var. Bunun için annen ile babanın ayakkabılarını birbirine tutturup kapıya çivilemen gerekir. Bak o zaman nasıl evlendiriyorlar seni” diyerek can evinden vurmuş Cafer’imizi. Bunu duyan Cafer hemen planı uygulamaya karar vererek uygun fırsatı araştırmaya başlar ve bir bayram günü bu fırsatı yakalar. Babasının ve annesinin bayramlık olan yeni ayakkabılarını üst üste koyarak yaklaşık olarak on beş santimetrelik bir çivi ile her iki ayakkabıyı birden evin giriş kapısına sıkıca çiviler. Tabi yepyeni ayakkabıların ne hale geldiğini gören ana ile baba sinirden küplere binmişler ama ne fayda. Bu olay oldukça sık olarak anlatılmış idi mahallede.

Zamanında mahallede bulunan komşu kadınlardan birisi ön ayak olarak Cafer’in annesine gelip “komşu senin oğlanın durumu malum falanca köyde size uygun bir kız var. Hani bir düşünseniz de karşılıklı konuşularak anlaşıp iki genci baş göz etsek” diye konuyu açmaya çalışmış ama “külahlı gaası (karısı)” diye anılan annesi “siz benim aslan gibi oğluma bula bula bunumu layık gördünüz. Ben köyün en güzel en zengin kızını alacağım” diyerek kestirip atmış sert bir ses ile bundan sonra hiç kimse bir daha bu konuyu açmaya cesaret edememişti ve sonuç işte bu günlere kadar gelmişti. Bal alınacak bir çiçek aramakla geçmişti zavallı Cafer’in ömrü. Şimdi burada sormak lazım bu anlatılan olayların sonucu, Cafer’in şansımı? anasının iş güzarlığı mı? Yoksa kader mi? Geldi geçti koca bir ömür etrafta bir dolu çiçek var iken hiç birini koklayamadan. Ne yapacaksın hayat işte.

Bahsettiğimiz bu çayırlıkta yani şu anki Hamidiye Tabyalarının bulunduğu bölgede bazı Pazar günleri pehlivanlar gelerek yağlı güreş antrenmanları yaparlardı. Soyunan pehlivanlar ayaklarına giydikleri Kispet denilen deri pantolonlar üzerine bol miktarda yağ dökerek pırıl,pırıl parlar ondan sonrada çimenlerin üzerinde saatlerce güreşirlerdi. Hemen hepsinin boynunda deri bir kılıf içerisinde ve ipi de deriden olan bir Muska bulunurdu. Bu muska üçgen şeklinde olup iki ucuna boyuna bağlamak için deri ip dikilmişti. Üçgenin sivri köşesi yere bakacak şekilde bağlanırdı boyunlarına. Birde bileklerinde yine deriden yapılmış olan bileklikler bulunurdu. Yaklaşık olarak on veya on beş santimetre boyunda olan bu bileklik üzerinde birkaç adet minicik kemerler vardı ve bunlar sıkılıp bileğe uygun hale getirilirdi. Bizlerde bu muska ve bilekliklere özenirdik. Bu arada bizi pek yanlarına sokmazlardı. Bizler uzaktan izler bir zaman sonrada kendi oyunumuza dalar unuturduk orada olanları. Birde bu güreş antrenmanlarından aklımda kalan pehlivanlar antrenmanlar bittikten sonra yere çilingir sofraları kurarak içip eğlenirlerdi kendi aralarında şarkılar söyleyip oynayarak. Demek ki antrenmanların yöntemi bu idi.

Aynı çayırlıkta iken bir olay daha. Belediye otobüsü yeni olarak sefere konulmuş Çanakkale’yi dolaşarak plaja müşteri taşımaktaydı. Dönüşte başka yol olmadığından bizim mahalleden geçerdi. Gene böyle bir gün bizim oradan geçer iken bizim çocuklar arabayı taşlamaya başladılar. Toplum psikolojisinden dolayı sanırım bende taş attım ama daha ilk taşı attığımda araba yaklaşık olarak on beş yirmi metre gittikten sonra durdu ve ön tarafının her yerinden kara dumanlar çıkmaya başladı. Ne olduğunu anlayamadan şoför arabadan atladığı gibi benim peşime takıldı. Ben kaçıyorum şoför koşturuyor. Bir zaman koştuktan sonra daha fazla koşmaya dayanamayan şoför takibi bırakarak arabaya döndü. Bende kurtuldum. Meğer benim attığım taş arabanın Egzoz borusuna girip tıkamış. Çalışmakta olan motor ürettiği egzoz dumanlarını dışarıya atamayınca her tarafından koyuvermiş dumanları içeriye. Tesadüfe bakın. Şoför beni babama şikayet etmiş ama bu arada da yahu “o taşı karşı taraftan atarak o egzoz deliğine nasıl soktu” diye de hayret ettiğini söylemiş vallahi bende anlamadım nasıl olduğunu.

Bazen mahalleye ayıcılar gelirdi. Bir ayının burnuna halka takılmış ve buna bağlı bir zinciri elinde tutan sahibi bu hayvanı gezdirir, insanlar toplandığı zaman elindeki Tefi çalarak bir iki şarkı sözü mırıldanır, sahibi elindeki sopa ile şöyle bir dokununca hayvan isteksizce sallanmaya başlardı olduğu yerde. Ondan sonrada klasik soru gelir  “Hamamda kadınlar nasıl bayılır?” diye,  yine eldeki sopanın yönlendirmesi ile ayı sırt üstü yere yatarak gösterirdi. Haydi başlamış iken diğer soruyu da aktaralım; “Genç kızlar nişanlısını görünce ne yapar?”  diye sorulunca da ayı yine elindeki uzun sopanın yönlendirmesi ile ellerini yüzüne kapatınca sahibi “çok utangaçtır kızımız utandı, utandıııı ”diyerek açıklardı yapılan hareketi. Bazen sırtı ağrıyanlar kahvede yere yatarak ayıyı üzerlerine çıkarırlar ve sırtını çiğnetirlerdi. Bu konuda bir söz vardır zaten bildiğiniz gibi sırtı ağrıyanlar “kendini bir ayıya çiğnet” derler bilirsiniz. Ben uygulandığını gördüm hem de o zamanlar harmanlık mahallesinde çok meşhur olan Kâzım’ın kahvesinde. Bahsettiğimiz Harmanlık Okulunun yan tarafta köşede büyük bir kahve vardı o zamanlar. Şimdi aynı yer kocaman bir dükkan olmuş ama ben bu yazıya başladığım zamanlarda burası boş olarak durmaktaydı. İşte burada gördüm. Kahvede yere serilen bir battaniyenin üzerine yatan kişinin sırtına dört ayağı ile birlikte çıkan ayı yavaş hareketler ile bu işlemi gerçekleştirirdi. Ayının ayakları yumuşak olduğundan acı vermeden rahatça çiğneyip masajını gerçekleştirmiş olurdu. Tabi sonunda da yüklü bir bahşiş ödemek zorunda kalırdı ayının sahibine. Bunu daha sonra teyit etmek amacı ile yaşıtlarıma ve büyüklerime sorduğum zaman olayın doğru olduğunu mahalle aralarında bile aynı işlemin yapıldığını yani kendilerini ayıya çiğnettiklerini anlattılar. Hem de birden fazla kişiler bunu doğruladılar. Şimdilerde kesinlikle böyle bir şey yoktur sanırım. Gün boyunca bu şekilde bütün her yeri gezen hayvan, sahibinin bütün isteklerine uyardı. Yalnız çocuklar bu günkü gibi o günlerde de rahat durmaz ya uzaktan taş atarak, ya da uzun bir sopa ile hayvanı dürterek rahatsız ederler canını yakarlardı ve bu durumda hayvan da huysuzlaşırdı haliyle. Bu tür hareketlere şartlanmış olan hayvan daha sonra buna uygun bir hareket yapılacağını hissettiği anda saldırırdı karşı tarafa. Bu bazen bu iş ile hiç ilgisi olmayan masum biriside olabilirdi hayvanın canını yakanda. İşte böyle bir olayın sonucunda ayı küçük bir çocuğu yaralamıştı. Ailenin şikayeti üzerine hayvan tutuklanmış!!! ve İtfaiyenin hemen arkasındaki bir barakamsı kulübe içerisine kapatılmıştı. Buraya girmek yasak olmasına rağmen babam itfaiyede olduğundan ben hemen her zaman o barakanın yanına gidebiliyor ve tahtaların arasından içeriye bakıyordum. İlk birkaç gün hayvan içeride sakin olarak dolaşıyor verilenleri yiyor ve uyuyordu. Ama aradan yaklaşık olarak bir hafta geçince ayı içeride sıkılmış olmalı ki bağırıyor ve deponun içerisinde bulunan ağır malzemeleri bir taraftan bir tarafa kaldırıp atıyor duvarlara çarpıyor etrafa saldırıyordu. İnanmazsınız koca kulübe duvarları sallanıyordu elindeki ağır malzemeleri duvarlara çarptıkça. Bu kadar ağır malzemeler neler olabilir diye düşünebilirsiniz mutlaka. Belediyeye ait çeşitli malzemelerdi bunlar. En ufakları bir el arabası idi mesela. Kalın kalaslar kalın tahtalardan yapılmış masalara benzeyen malzemeler,demir direkler ve bunlara benzeyen malzemelerdi işte. Hayvanın saldırganlığı ve bağırmalarının arttığında itfaiyeden görevli birisinin, bir yere telefon ederek hayvanın yaptıklarını anlattığını hatırlıyorum da neresi olduğunu bilmiyorum yalnız. Daha sonra bu hayvana ne oldu bilmiyorum. Artık sahibine geri mi verdiler, yada ormana götürüp salıverdiler mi, yoksa vurdular mı hatırlamıyorum. Her halde idama mahkum etmemişlerdir. 

Çayırlığın askeriyeye karşı kalan deniz tarafına taştan bir şeyler yapılmaya başlanmıştı. İnşaat devam ederken etrafta Jandarmalarda bekliyordu. Ceza evinde kalan mahkumlar yapıyordu bu inşaatı. Bizde o kısımdan denize girer iken hem yüzüyor, hem de onları izliyorduk. Kocaman deniz kıyısını üç kısma bölmüşlerdi. Askeriyeye en yakın kısım kadınlar için orta kısım aileler için onun yanı da bekar erkeklere olarak ayrılmıştı. O çalışanların içerisinde Şerafettin dayıyı hatırlıyorum. Biz burada rahatça denize girer iken şimdi kapatılacak ve paralı olacaktı. Herhalde biz uzun süre giremeyecektik. Para nerede? İnşaat tam olarak taş duvarlardan yapılmıştı ve dışarıdan bakıldığında bir kale duvarını andırıyordu. Hiç estetik yoktu. Tabi ki yeni açıldığında evden para kopararak bir kere gittik. Sanki hiç görmedik gibi. Neyse denizden çıkınca tatlı su ile duş alması çok güzel oluyordu. Daha sonraları bu plaja para vermek yerine ya duvarların üzerinden atlayarak giriyorduk, yada Hamidiye Tabyalarının yanındaki parasız olan plajdan yüzerek askeriyenin arkasından dolaşıyor bu plaja o şekilde giriyorduk. Burası ile ilgili olarak başka bir anı geldi aklıma. O zamanlardaki yaşantıyı aktarmak açısından buraya alıp anlatmak yerinde olur inancındayım. Şimdilerde kimsenin dikkatini bile çekmeyen olaylar o zamanlarda insanlar üzerinde ne türlü etkiler yaratırdı. Bunu anlamak için aldım buraya. Dinleyin bakalım ben anlatayım kararı siz verin. Oldukça küçük olduğum yıllarda bir sabah kalkarak kapının önüne çıkına mahallenin kadınları toplanarak anneme “Huuu! Komşu duydun mu marııı? Adamın biri kendine denize atmış (intihar etmiş)” diyerek konuşmaya başlayıp olaya başka bir boyut getirmişti. Olayı anlatır iken onu tanıyanlar vardı ve tarif ederek kimliğini karşısındakine anlatmaya çalışıyorlardı. Hep beraber toplanarak Hamidiye denilen deniz kıyısına doğru gittik komşu kadınlarla birlikte. Şimdi bu bahsedeceğimiz yerde iki adet bina yapılmış durumda bildiğiniz gibi. İşte tam o binalardan birincisinin olduğu terde (O zamanlar bu binalar yoktu ve anlatacağımız olay tam bu noktada cereyan ediyordu.) Bu kesimde kumlar denize daha yakındır. Buranın kumsalı farklı özellikler gösterir diye bahsetmiştik sanırım. Hamidiye denilen kısma yakın olan kumlar daha iri ve koyu renklidir. Hem de denizden yaklaşık olarak bir yirmi metre kadar ileriye uzanır. Fakat bu evlerin bulunduğu yerde denizden sonra kumlar beş metre kadar ileriye uzanır, ondan sonra bol dikenli bir kısım ve otların bulunduğu kısım başlar benim anlatacağım yer işte bu noktanın olduğu yer. Hep beraber toplanıp gitmiştik demiştim ya işte oraya vardığımızda sahilde toprak kısım ile kumların birleştiği noktada itina ile katlanmış koyu renkli bir pantolon ve yine oldukça özen gösterilerek katlanmış kahve rengi tonları ile bezenmiş bir tişört ve bunların üzerine intizamlı bir şekilde konulmuş ökçeleri basılmış boyası geçmiş bir çift eski siyah ayakkabı konulmuş vaziyette idi. Buraya toplanan insanlar kendi kafalarına göre çeşitli fikirler üreterek olayı çözmeye çabalamakta idiler. Deniz çarşaf şeklinde denilecek kadar sakin, hatta ayna gibi denilen şekilde idi. Bu şekilde bulunan bir denizde bir insan nasıl oluyor da intihar edebiliyordu kimse akıl erdiremedi ama, yinede her kafadan bir ses çıkıyor her kes bir şeyler uyduruyordu. Biz bu eşyaların etrafında dolaşarak konuşulanları dinlemekte iken polisler geldi ve etrafta bulunan insanlar ister istemez ayrıldı bulunduğu yerden. Tabii bizde ayrıldık daha sonra ne oldu bilmiyoruz ama çok kısa bir zaman sonra ellerinde bir tomar mani olan bazı kişiler bu olaya uydurdukları ve insanı duygulandırıp neredeyse ağlatacak türde sözleri olan manileri yanık sesleri ile okuyup mahalle aralarında dolaşarak ellerindeki manileri satmaya çalışmakta idiler. Şimdi bu sözleri tam olarak hatırlamıyorum ama kısa dörtlükler halinde o şahsın fakirliğinden, eve soğan ekmek alacak parası bulunmadığından, çocuklarının bu fakirlik yüzünden aç kalmalarından falan bahsederek olayı anlatıyordu. Büyüklerimiz düşük bir ücret karşılığı aldıkları bu maniyi bizlere okutarak acılı bir ifade ile dinlerler kağıdın sonu geldiğinde mutlaka ağlamış olurlardı. Bu adamın kendini denize atmasına daha doğrusu bu kadar sakin bir denizde nasıl olurda ölebilmesine bir türlü akıl erdiremedik ama bizim anılarımızda kalarak buraya alındı. Gene de Allah taksiratını affetsin.

Dönelim gene kaldığımız yere. Plajda can güvenliği için devamlı dolaşan bir tekne vardı. Motorlu bir tekne idi bu ve yüzenler belirli bir mesafenin dışına çıkınca bunları ikaz etmek veya gidip geri getirmek gibi görevleri vardı. Bu teknenin sahibine Gavur Ali diyorlardı. Neden diyorlardı bilemem ama her kes böyle çağırmaktaydı. Hatta bazen Ali adını atarak sadece Gavur diye hitap etmekte idiler. Akşam olup plajda kimse kalmayınca Gavur Ali serbest kalır, gece balığa gider sabahlara kadar uğraşıp yakaladıklarını balıkhaneye teslim eder daha sonra yine plaja gelerek cankurtaranlık görevine başlardı. Plajda sahilden belirli bir mesafede üç adet sal vardı. Bahsettiğimiz gibi plaj üç bölümdü demiştik. Kadınlar tarafı, aileler tarafı, bekarlar tarafı diye ayrılmış idi. Bu her bölümünde kendine ait bir Salı vardı. Kocaman bidonların yan yana getirilmeleri ile yüzer bir platform yaratılmış bunun üzeride düz tahtalar ile kaplanarak üzerine çıkılıp oturulacak veya yatılarak dinlenilip güneşlenebilecek bir ortam yaratılmış idi. Yeterince yüzemeyen kişiler buraya kadar gelip sala çıkarak dinlenip tekrar geriye dönerek yüzmelerini geliştiriyorlardı ama erkeklerin tarafındaki salda ise erkekler burayı atlama platformu gibi kullandıkları gibi aynı zamanda bir güreş ringi olarak kullandıklarından çok sık olarak hafif yaralanmalar ile biten kazalar oluyordu. Salın üzeri tahta ile kaplanmış olup burası deniz suyu ile ıslandığında kayganlaşarak ayakta durmayı zorlaştırıyordu. Birde bu kaygan zemin üzerinde erkekler güreş yapmaya çalışınca yaratılan manzarayı siz hayal edin artık. Kadınlar ve aile tarafındaki salda ise daha sakin bir ortam vardı. Buraya çıkanlar sal üzerine uzanarak sadece güneşlenmek ve dinlenmek amacıyla kullanırlardı. Sallar tel halatlar ile deniz dibinde bulunan kocaman taş bloklara bağlanmıştı. Çanakkale Boğazının her zaman sert rüzgara maruz kaldığını biliyoruz. Buna bağlı olarak oluşan dalgalar su üzerinde bulunan sallarda ciddi sallanmalara sebep olmaktaydı. Ya bir yerden para bulduğumuz, yada herhangi bir şekilde kaçak girdiğimiz günlerden birisinde işte böyle sert rüzgar esmekte olan bir hafta sonunda sal üzerinde yaklaşık olarak sekiz on kişi var iken sal bulunduğu yerden uzaklaşmaya başladı. İlk başlarda fark edilemedi ama kısa bir zaman sonra esen rüzgarın şiddeti ile sal hızla boğaz çıkışına doğru ilerlemeye başladı. Üzerinde bulunan birkaç kişi hızla suya atlayarak sahile doğru yüzmeye başladılar ama diğerleri aynı cesareti gösteremediğinden sal üzerinde kalarak ıslık çalıp veya bağırarak kurtarılmalarını istediler. Can kurtaran teknesi motorunu çalıştırarak hızla deniz üzerinde sürüklenmekte olan sala doğru gitmeye başladı ve kısa süre sonrada ulaşarak bağladığı bir ip yardımı ile çekmeye başladı. Ama salın büyük esen olması rüzgarında kuvvetli olması sebebiyle dönüş yolculuğu oldukça zor oluyordu. Sahilde birikmiş olan seyirci konumunda olanlar bağırıp çağırarak kimisi “kurtarın onları “diye bağırır iken bazıları da birkaç kişi hepsi aynı anda ve bir ağızdan “Ah o gemide bende olsaydım” diye şarkı söyleyip kollarını havaya kaldırmış olarak sallanıp duruyorlardı iki yana doğru. Tekne sahile gelerek üzerindekileri indirdikten sonra etrafta bulunan insanların yardımı ile sal karaya çekilerek emniyete alındı. Sal üzerinde kalanlardan bazıları olayı eğlence olarak görüp eğlendiklerini anlatır iken bazıları ise çok korkmuş olmalılar ki hala olayın şokunda olup yaşadıklarını gözleri korkudan açılmış olarak anlatıp kurtulamayarak öleceklerini zannettiklerini aktarıp bir daha bu sala binmeyeceklerini söylüyorlardı.

Gavur Ali ile ilgili aktarılan bir olay vardı burada onu da anlatılımda meseleyi halledelim. Bildiğiniz gibi motorlu teknelerin yekesi üzerine bir lastik şerit geçirilir ve tekne bu şekilde kullanılır dalgadan dolayı yekenin oynaması ve tekne istenilen rota gitmesi sağlanmış olur. Motor gaz kolu da sabit bir hale getirilince rahatça yolculuk yapılabilir artık. Birde yine bildiğiniz gibi teknenin rotası ve yekesi bu şekilde sabitlenince sahibi de teknenin kıç tarafına dikilerek yekenin kolunu tek ayağı ile sağa veya sola ufak dokunuşlar ile çevirerek tekneyi kullanırdı. Bu tür tekne kullanmanın sebebi deniz üzerinde olabilecek her şeyi kontrol etmektir. Bu denize düşmüş herhangi bir şey, balıkların su yüzeyinde oynak yapması veya başka balıkçılar tarafından bırakılmış olan ağların su üzerinde kalan işaret şamandıralarına takılmamak içindir. İşte bu şekilde kıç tarafta dikilerek tekneyi kullanmakta olan Gavur Ali bir anda gelen ters bir dalga ile dengesini kaybeder ve tekneden aşağıya düşer. Yalnız çok tecrübeli birisi olduğundan tam aşağıya düşmekte iken tek bir hareket ile ayağını savurarak yekeyi sonuna kadar ileriye ittirince tekne iskele (sol) tarafına doğru dönüşe geçenek yoluna devam etmeye başlamış. Denize düşen Gavur Ali teknenin dönmeye başladığını görünce tam bir daire yaptıktan sonra teknenin yanından geçeneği yere doğru yüzmeye başlıyor ve tam yanından geçer iken ileri bir hamle ile ıskarmoza bağlı olan küreğe tutunarak zorda olsa kendini tekneye çekerek kurtuluyor. Oldukça ilginç bir macera gibi gelmişti bize o zamanlar. Ben olayı hem kendi ağzından işitmiştim, hem de daha başka kişilerin ağzından.

Bir güzel anı daha geldi aklımıza ve sizler ile paylaştık devamı daha sonra diyerek kaldığımız yerden devam edelim.Böyle günlerden birinde plajdan çıkıp eve dönerken plajın önüne Almanya plakalı bir arabanın park etmiş olduğunu gördük. Bunda önemli bir şey yok ama arabanın arka camı içerisinde yaklaşık olarak on santimetre boyunda beş santimetre eninde yaklaşık olarak bir santimetre kalınlığında renkli bazı plastik parçalar gördük. Yanımızdakiler ile birlikte bunların ne olduğunu çözmeye çalıştık ama hiçbir şeye benzetemedik. Sigara paketi olduğuna karar vermiştik ki araç sahibi tesadüfen çıkarak aracın yanına geldi. Bizleri arabanın yanında görünce orada ne yaptığımızı sordu. Bizde az evvel bahsettiğimiz şeyleri göstererek amca nedir bunlar diye sorduk. Adam “Haag! Onlar mı kaset” dedi. İyi de kaset ne? Bizim anlamadığımızı görünce bakın dedi. Arka camın içerisinden bir tane alarak direksiyonun yanındaki  ara.a teybinin içerisine soktu. Düğmesini de açınca müzik çalmaya başladı. Ben daha evvel kocaman makaralı teypleri biliyordum ama bunlar harika bir şeylerdi ve arabanın radyosuna da giriyordu. “Ya amca bunu radyoya nasıl soktun” deyince  adam gülerek bu teypli radyo dedi. Yeni bir şey daha öğrenmiştik. Mahalleye dönünce herkese bunları anlatarak bilgimizi göstermeye çalıştık.

Teknoloji hızla gelişir iken bunlara ayak uydurmakta zor oluyordu. Hemen bunlara ilk örnek verilmesi gerekir ise eskiden çamaşır, bulaşık yıkamak için sabun daha doğrusu Arap sabunu kullanılır iken, Krem deterjanlar çıkarak bir çok işi kolaylaştırmıştı. Bu arada Margarinlerde çıkarak yepyeni bir ağız tadı ve kolaylıklar getirmişti insanlara. İşte bunlara bir örnek bir gün bizim mahallede oturan bir kadının köydeki babası ziyaretlerine gelmişti. Kadında akşamüzeri bir çay demleyip yanına kahvaltılıklar ile birlikte Margarinde ikram etmiş. Taze ve beyaz ekmek üzerine Margarin sürerek kahvaltı etmişler. Zaten köylüler herhangi bir sebeple Çanakkale’ye indiklerinde Beyaz ekmek diyerek bildiğimiz fırın ekmeklerinden alarak dönerlerdi. Neyse bu yemek köylü amcanın çok hoşuna gidiyor. Aradan belirli bir zaman geçince amca, kızını ziyarete gene geliyor fakat bu defa belirli miktar yanlarında kalıyor. Bir Cuma günü kızı “Baba sen burada kal istersen kahveye falan gidersin. Sana anahtarda vereyim. Girip çıkarsın. Bende Pazar yapayım” diyor ve ayrılıyor. Kadınları bilirsiniz alış verişe başlayınca kendilerinden geçerler o zamanlarda fakirlikte olduğundan alışverişin en hesaplısını yapmak için her tezgahta fiyat sorulur pazarlık yapılır. Ondan sonra alış veriş yapılırdı. Neyse! Amca Camiye gidiyor oradan da eve gelerek bir şeyler atıştırmak istiyor. O zamanlar evlerde buz dolapları yoktu. Mutfaklarda tel dolap denen malzemeler kullanılırdı. Bu içinde rafları olan arka tarafı düz bir tahta diğer üç tarafı çok sık ve ince tel ile kaplanmış ve kapağı yerine sıkı sıkıya oturan bir dolap işte.  Bu dolap evin en serin yerine konur ve içerisinde yiyecek malzemeleri muhafaza edilirdi. O zamanlar deterjanlar şimdiki gibi alımlı kutularda sunulmazdı. Basit bir naylon torba içerisinde satılırdı. Bakkallar bu deterjanları büyük koli içerisinde alır, satarken de istenildiği kadarını bir gazete kağıdı içerisine koyarak tartarlar ve satarlardı. Anlattığımız evin hanımı böyle bir miktar deterjanı tel dolap içerisine koyarak muhafaza ediyor. Bizim amca acıktığı için yiyecek bir şeyler bulmak amacıyla dolabı açıyor ve ne var diye bakar iken paket içerisinde deterjanı fark ediyor. Rengi de aynı olunca deterjanı alıp bir kenara çekiliyor. Bir miktarda beyaz ekmek olunca değmeyin keyfine. Margarin zannediyor. Ekmekten kopardığı parçaları bu krem şeklindeki deterjana banarak yemeye başlıyor. Daha evvel yemiş olduğu margarinde böyleydi ya. Karnını doyurunca malzemeleri toplayarak yerine kaldırıp kahveye gidiyor. Bir zaman sonra istifra ile karışık düşerek kendinden geçiyor. Oradakiler apar topar hemen hastaneye kaldırıyorlar. Doktorlar yiyecek bir şeylerin zehirlediğinden şüphelendiklerinden “Amca anlat bakalım ne yedin” deyince yaşlı amca “valla oğlum bir şey yemedim. Dolapta yağ vardı, onu aldım ekmeğin üzerine sürerek yedim. Gerçi tadı biraz acı idi bu sefer ama acı, acı güzel gitti” diyor. Doktorlar pek bir şey anlamıyor amcayı kurtarıyorlar, ziyarete gelen kızı fark ediyor babasının deterjan yediğini. Teknoloji güzel şey ama ayak uydurması zor.

Yine bu teknolojiye uyum sağlamanın bazılarına göre ne kadar zor bir şey veya başka bir deyiş ile anlamasının zor olduğuna örnek olarak aklıma gelen bir olayda şöyleydi. Elektrik her yerde kullanılmaya başlanmış ama bizim mahalleye daha yeni gelmiş ve evlere verilmeye başlanmıştı. Komşulardan birisinin annesi evine elektrik bağlanmış birilerine ziyarete gelmiş. Oh ne rahatlık. Köylerde şimdiki kibar adıyla şömine denilen o zamanki adıyla ocak denen yerlerde ateş yakılarak üzerinde hem yemek pişirilir, kışın hem ısınılır hem de evin içerisine bir miktar ışık yapardı. Ama şehir başkaydı. Gaz ocakları denilen alet ile her şey çok kolaydı. Depoya gaz yağı dolduruyorsunuz, altındaki  pompa ile hava basıyorsunuz yanma başlığının yanında bulunan ısıtma kabına bir miktar ispirto koyarak bunu yakıyorsunuz yanma kafası ısınarak kızdığı zaman kuvvetli bir ateşle yanıyor ve siz onun üzerinde yemeklerinizi çok kısa sürede yapıp hazır hale getiriyorsunuz. Gerçi kullanırken bir miktar ses çıkarıyor ama olsun. Bu ses azaldığında gidip tekrar hava basıyorsunuz. İşlem tamam.

Modernlikte Elektrik desen daha bir başka. Duvardaki düğme denilen aleti sağa doğru bir kere çevirdiğinizde tavanda lamba yanıyor aynı düğmeyi sağa doğru bir kez daha çevirdiğinizde lamba sönüyor. Oh ne rahatlık. İs yok koku yok. Lamba şişesi silmek yok. Akşam üzerlerinde annemin bir ağaç çubuk üzerine uygun şekilde sardığı eski bir bez parçası daha doğrusu çorap parçası ile lamba şişesini parlatıp silmeye çalıştığını hatırlarım. Bunu narin hareketler ile silerek parlatırdı gece yandığında daha parlak ışık versin diye. Elektrik evlerde yoğun bir şekilde kullanılmaya başlamıştı artık. Neyse dönelim anlatacağımız şeye komşulardan birisinin köyden annesi gelmiş demiştik ya. Onlarda yatıya kaldığı bir akşam kızının gece birilerine misafirliğe (o zamanki tabir ile oturmaya) gitmeleri gerekiyormuş. Kızı Annesine; “Anne biz gittiğimiz yerden geç geliriz. Sen bizi bekleme. Uykun geldiği zaman düğmeyi çevir lamba söner. O zaman yatarsın” diye tembihleyerek evden ayrılıyorlar. Neyse bir vakit sonra ihtiyar teyzenin uykusu geliyor ve yatmak için lambanın söndürülmesi gerekiyor. Yaşlı teyze lambanın altına gelerek kendi üzerindeki yeleğin düğmesini başlıyor çevirmeye. Bir çeviriyor olmuyor iki çeviriyor olmuyor. Kızı ve damadı geç vakit oturmaktan döndüklerinde yaşlı teyzeyi lambanın altında yeleğinin düğmesini çevirirken buluyorlar. Onları görünce yaşlı teyze; “Valla kızanım, Yelken (yeleğin) bütün düğmelerini çevirdim ama Şavkı (lambayı) söndüremedim”  diyor yorgunluktan bitmiş ağlamaklı bir ses ile. Teknolojinin yeni ürünleri ile ilgili bir çok problemlerde yaşanmaya başlamıştı. Bunlar benzer şeylerin yanlışlıkla karıştırılmasından kaynaklanmakta idi. Haydi buna da bir örnek göstererek anlatalım. Deterjanların yeni piyasaya çıkmaya başladığını söylemiştik ya. Satışa sunulan ilk deterjanlar marka olarak “Güneş” adıyla piyasaya sunulmuştu. Bundan dolayı deterjan alınacağı zaman şu kadar miktar güneş ver denirdi. Bir gün Kilitbahir’e geçmek için iskelede motor bekler iken karşıdan gelen motor iskeleye yanaşmak için manevra yapınca pervanelerden çıkan köpüklü suyu gören yaşlı bir kadın (Motoru göstererek); “Bunun altı niye köpürüyor Güneş mi sürmüşler” deyince etraftakiler kahkahayı basmışlardı benimle beraber. Daha sonraları LPG'li ocaklar yani tüplü ocaklar çıkınca yaşlı insanlar bunları kullanmakta oldukça zorluk çekmekteydiler. Kullanmak için ocağı yaktıktan sonra işleri bittiğinde söndürmek amacıyla ocağın anahtarını kapatmak yerine sanki bir mum veya gaz lambasını söndürür gibi üfleyerek alevi söndürüyor, bırakıp gidiyorlardı. Ocağın anahtarı kapatılmadığı içinde, sızarak içeriye dolan gaz sebebiyle ya patlama olup yangın çıkıyor, yada zehirlenme ile sonuçlanan kötü sonuçlar doğuyordu. O zamanlar bu tür kazalar çok olmaktaydı ama daha sonraları insanlar bu yeni yakıta alıştıklarından kazaların önüne geçilmiş oldu. Yıllardır kullandıkları gazyağı denilen yakıttan sonra bu yeni üstelik görünmeyen gaz yakıta alışmak çok zor olmuştu. Gerçi gaz yağı kullanıldığı zamanlarda ekseriyetle çocukların sebep olduğu kazalar çok olmaktaydı. Bunlara örnek verilmesi gerekir ise şişe içerisinde saklanan gaz yağı veya çamaşır suyu ufak çocuklar tarafından içilerek kazalara sebep olmaktaydı. Nedense küçük çocuklar bunların konulduğu şişelerdeki gaz yağı veya çamaşır suyunu içerek zehirlenir ailelerini de kendilerini de zor duruma düşürürlerdi. Nedenini araştırmak gerekir sanırım. O zamanlarda meşrubat denilen fabrikasyon gazoz piyasaya yeni olarak sürülmüştü ve şeffaf basit şişeler içerisinde satılmaktaydı. Çocuklar bu yeni içeceği sevdiklerinden herhangi bir şişe içerisinde gördüklerini bu gazoz denilen keyifli içecek zannederek kaldırıp içiyorlardı. Tabi ki ailelerde bu zararlı maddeleri normal şişeler içerisinde sakladıklarından biraz da kazayı onlar hazırlıyorlardı ama bu kazaların bazıları ölüm ile de bitebiliyordu

(Devam Edecek)

25.896 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020