YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
11 Ekim 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?”

1960’lı yıllarda Çanakkale’de mahallemize dondurmacılar gelirdi. Şuanki Barbaros Mahallesine.. Kendilerine özgü makamlar ile bağırarak satarlardı mallarını. Kalaylı bir bakır güğüm içerisine tekrar ikinci bir kalaylı bir kap konurdu. Bu ikinci kabın dışında kırılmış buz parçaları, içinde dondurma bulunurdu yarısı kaymaklı, yarısı çikolatalı. Mahalleye dondurmacı geldiğinde çocuklar hemen koşarak annelerinden para alarak gelirler ve bir külah dondurma alırlar idi. Bazen bende dayanamaz evden para isteyerek gelir çok az dondurma alırdım. Çok az alırdım. Çünkü ben dondurmayı hiç sevmem ama çocuklara imrenir isterdim işte. Yazın dondurmacı olduğu gibi, kışında macuncular gelirdi bizim mahalleye. Dondurmacının adı Nuri idi ve bütün Çanakkale'nin sevdiği bir insandı. Yanlış hatırlamıyorsam macuncunun adı da Cemil idi. Yaklaşık olarak altmış santimetre çapındaki ve kenarları on santimetre kadar yüksekliğinde bir tepsi gibi bir şey tam ortasında daire şeklinde küçük bir odacık vardı. Buraya macunların sarılacağı ağaç çubuklar konurdu. Tepsinin diğer kısımlarında dış çemberden içteki çembere doğru bir sürü hatlar çekildiğinde meydana gelen küçük odacıklara da rengarenk macunlar konurdu.

Bizim macuncumuz öyle basit biri değildi. Gidip yaklaşık olarak on kuruş verip de macun aldığımız zaman hemen akla geliveren ve o anki duruma bağlı olarak bir Mani söylerdi. Bundan dolayı büyüklerde bu manileri duymak için macun alımını kendileri teşvik ederlerdi. Maniler duruma göre anlamlı olduğu gibi, genelde de komikti. Bu kişi başka zamanlarda otobüs garajında veya iskele meydanında nane şekeri satardı ve yine bu mallarını Maniler ile süsleyerek satardı. Herkes, ya ihtiyacı olduğundan, yada esprili bir mani dinlemek için satın alırlardı. Zaten biz çocuklar içinde oldukça popülerdi bu nane şekerlerinden yemek. Kışları ise patlamış mısırları şeker gibi bir madde ile kaplayarak top haline getirirler ve satarlardı. Değişik bir tat ve lezzet. Bu da çok hoşumuza giderdi. Başkaca şimdiki gibi öyle alınacak çok fazla seçenekte yoktu. Leblebi tozunu unutmamak lazım tabi. Küçük paketler içerisine toz şeker ile karıştırılmış olarak satılırdı. Bize de satın alarak yemek düşerdi. Leblebi tozunu ağzınıza aldığınızda ıslık çalmanız mümkün değildir. Bizde bundan faydalanarak birbirimize ıslık çalmamızı söylemeye çalışarak şakalaşırdık. Değil ıslık çalmak konuşmak bile zorlaşır çünkü. Evde bulunan bir havan yardımı ile leblebileri kırıp ufalayarak içine toz şeker katıp kendimin de yaptığı çok sık olurdu. Hem daha güzelde olmaktaydı çünkü içerisine bir miktar kakao da ilave ediyordum ben. Çok bol ve ucuz olarak bulunabilen Pamuk helvayı anlatmaya zaten gerek yok. Çan saatinin sokağına girince hemen sağ tarafta Tekel binasının girişi önünde oturarak kış günlerinde önüne koyduğu bir mangal üzerinde kestane pişirerek satan bir Arap vardı. Adı Avat olmasına rağmen Herkes kestaneci Arap diyerek bahsederdi. Özenle seçip pişirdiği kestaneleri satar buradan kazandığı para ile ekmeğini kazanırdı. Fiyat sorulduğunda alçak bir ses ile fiyatını söyler almak istediğiniz miktarı söylediğinizde tezgahın yanındaki küçük bir terazi ile tartarak bir kağıt parçasının içine koyarak verirdi size. Bu kağıt parçası da genelde ya bir okul defterinin sayfaları olurdu, ya da bir kitabın sayfaları. Ben nedense bu adamdan korkardım. Sebebini bende bilmiyorum ama her görüşümde huzursuz olmuşumdur nedense. Çan saatinin yanına gelindiğinde Çanakkale Hatırası fotoğrafı çektirmeden gitmek olmaz elbette. Bu saat kulesinin yan duvarına asılmış bulunan siyah bez örtü üzerine beyaz renkli bir boya ile yazılmış Çanakkale hatırası yazısı önünde fotoğraf çektirmek hemen herkes tarafından mutlaka yapılan bir işlem idi. Özellikle hafta sonu izinli çıkan askerler bu yerde birer fotoğraf  çektirirlerdi.  Bu bez örtünün önünde verilen uygun ama kol saati mutlaka görülecek şekilde verilen bir poz. Burada gelin damat resimleri çektirenler de bulunurdu o gün modasına göre. Yalnız benim o günlere göre anlayamadığım konu şu; nedense burada resim çektirildiğinde erkek bir iskemleye oturur durumda iken kadın hemen onun yanında ayakta dikilirdi beyaz gelinlikler içerisinde elinde bir demet çiçek tutarak. Neden böyle diye merak etmişimdir hep kadın ayakta erkek oturuyor. Her halde gelinde oturacak hal kalmamıştır damatta da ayakta duracak! Saat kulesi yanında kocaman makinesini kurmuş bir vaziyette bekleyen fotoğrafçı resim çektirmek isteyenler geldiğinde kara kutunun içine kafasını sokarak gerekli hazırlıklarını yaptıktan sonra makinenin önünde bulunan küçük bir kapağı açarak kısa bir süre beklerdi içinden on beşe  kadar sayarak. Hele ufak çocukların resmi çekilecek ise veya bir çocuk var ise her zaman aynı yöntem kullanılırdı “Dikkatli bakın şimdi kuş çıkacak” diye... Çocuklar bu durumda makinenin kapağına bakarlardı dikkatle acaba ne olacak diye. O zamanlar çekilen çocukların resimlerine bakar iseniz hemen hepsinin yüzünde gözler büyümüş bir vaziyette bir noktaya bakan şaşırmış bir ifade vardır. Denemesi bedava. Araştırın o zamanların çocuk resimlerini bulun bakın ve inceleyin. Resim çekildikten sonra filimin yıkanma ve kurutma hazırlığı başlar daha sonrada teslim edilir idi çekilen resim.

Hazır buraya gelmiş iken burada ki Tekel’in adalara çalışan Motorları vardı. Bazı günlerde burada iskeleye yanaşan motorlar (Motorlu ve yelkenli tekne) oradan getirdikleri şarapları boşalttığı gibi buradan da kocaman paketler yükleyerek götürürlerdi. İşte bu motorların adalara hareket edeceği günler iskelede bir hareketlilik başlardı. Bunlar gelen motorların boşaltılması olduğu gibi gidecek olan motorlarında yüklenmesi demekti. Bu zamanlarda iskelede bekleyen hamallar seri bir şekilde çalışarak indirme ve yüklemeyi yaparlardı. Bu hareketliliği izlemek hoşuma giderdi. Ama bizler için daha da enteresan bir olay vardı ve bunu mutlaka izlemek isterdik fırsat buldukça. Daha sonrada arkadaşlarımıza anlatarak hava atardık aklımız sıra. Bu bizim  için önemli olan olay ise; bu motor dediğimiz teknelerin içerisine yerleştirilen kocaman ölü yaban domuzları idi. Bunlar köylüler tarafından vurulan ve tarlalara zarar veren yabani hayvanlardı. Teknelere konularak Bozcaada ve Gökçeada’ya götürüyorlardı Orada yaşayan Rum vatandaşların bunlara fazladan rağbet gösterdiklerini ve orada bu yaban domuzlarının iyi para ettiği söylenirdi. Bu olayları yani teknelerin yaban domuzu taşıma işlerini sadece kış günlerinde gördüm. Yaz günlerinde hiç şahit olmadım. Çünkü bu domuzları görmek amacı ile tekneye iyice yanaştığımızda denizin yüzümüze çarpan aşırı soğukluğunu hissederdik. Birde bu iskelede yine bu tür teknelere veya daha büyük gemilere buğday yükleme işlemlerini hatırlarım. Traktörler ile gelen buğdaylar gemilere makineler yardımı ile boşaltılır idi. Daha sonra yükleme işleri bittiğinde iskele üzerine dökülen buğday tanelerini yemek amacıyla burası kuşların hücumuna uğrardı. İnsanlar uzaktan bunları seyreder Yüce Allah herkesin rızkını verir bu hayvanlarda kendilerine düşeni alıyorlar diyerek konuşurlar ve rahatsız etmeden seyrederlerdi.Şimdi olsa acaba yine aynı hoşgörüyü yapabilirler mi bu günün insanları?

Bizim evin tam karşısı ilk zamanlar boştu. Burada Musa dedem küçük bir atölye kurmuştu ve orada marangoz olarak kapı pencere imal ediyordu. Dedem orada çalışır iken bende tezgahın altında birikmiş olan talaşların içerisinde oynamayı çok severdim. O talaşların kokusu ve yumuşaklığı hoşuma giderdi. Gene böyle günlerden  bir gün ben evden çıkarak atölyeye doğru koştum. Bir kış günüydü etraf ıslaktı. Kapıyı açıp içeriye girmemle birlikte talaşların arasından çıkan küçük bir köpek benim üzerime atladı. Ben ne olduğumu anlayamadan yere çamurların içerisine yuvarlandım. Aslında köpeğin amacı oynamak ama ben korkmuştum işte. Dedem köpeği koşturup kovalayıp beni tutup kaldırdı ama ben korkmuştum. Bir daha da o köpeği gördüğümü hatırlamıyorum. Köpeği birisine mi verdiler yoksa beni oraya çıkarmadılar mı bilmem. Halen ev köpeği bile olsa karşıma çıkan köpeklerden korkarım. İyice alışacağım bir köpek olursa (ki olduğu zamanlarda oldu) ancak o zaman korkumu yenebiliyorum. Ama bunun yanında kediyi çok severim. Ben çocuk iken evde siyahlı beyazlı Minnoş adında bir kedimiz vardı. Hep onunla oynardık. Benimle beraber oynar benimle yer benimle uyurdu. Siyah bir kedi olup  yüzünün tam ortasında beyaz bir lekesi vardı sırtında yine beyaz lekeleri olduğu gibi sol arka ayağında yine beyaz bir lekesi mevcut idi. Ayaklarımın tam üzerine gelir kıvrılır yatar orada uyurdu. Benim hatırlamadığım ama annemin çok sık anlattığı bir olay bir gün annemler içeride iken sokak kapısından bizim minnoşun acı bir şekilde bağırması gelir kulaklarına. Bakıldığında minnoş ortada yoktur. Akşam olup kedi eve dönüp meydana çıktığında kuyruğunun kısaldığı ve ucunun yaralı olduğunu görürler. Sokak kapısında içeri girilince hemen sağ tarafta kocaman bir testi vardı. Bu testiden içerdik suyumuzu. Aradan günler geçince her neden icap etti ise bu testideki suyun tamamıyla boşaltılması icap eder. Testiyi kaldırıp boşalttıklarında içerisinden bizim minnoşun kopuk olan kayıp kuyruğu çıkar. Bu oraya kendi kendine giremeyeceğine göre herhalde birisi attı. Bu biriside en yakın olarak benim. Vallahi hatırlamıyorum. Bu kedi ile beraber çok uzun yıllar beraber olduk. Daha sonra günlerden bir gün hayvan ortalıktan kayboldu. Birkaç gün sonra Minnoşun ölüsünü çayırlıkta Kovalık dediğimiz dikenli bitkilerin arasında bulduk. Kedi öleceğini anlayınca evi terk eder ölüsünü göstermez derler. Varın siz yorumlayın. Daha sonra iğneci Nazmiye denilen Anneannemlerin komşusundan bir Van kedisi yavrusu edindim. Gri renkli top gibi yuvarlak çok cici bir şeydi. Gözleri ayrı renklerde idi. Sütünü bile küçük bir tabağın içerisinde ben vermekteydim.Gece olup ta yattığımızda mutlaka gelir benim boynumda yatardı. Tam gıdımın olduğu yere gelerek kıvrılır  ve mırıltılarla uyumaya çalışırdı. Bu beni rahatsız ettiğinden ve annemin sakın orada yatırma ciğerlerine kıl kaçar ise hasta olursun deyince bende onu bir daha yanıma almadım ayak ucunda uyumasını sağlamıştım ama çok kısa bir süre sonra hayvan kayboldu. Çaldılar sanırım Çok güzel ve cins bir hayvandı.

Yine tarih olarak pek hatırlayamadığım ama ben de izler bırakan bir olayda şuydu. Bir gün kapının önünden yanık bir türkü gibi bir şey söyleyerek geçen bir adam sesi duydum. Çıkıp baktığımızda gençten kara yağız elinde iri bir tomar kağıt tutan bir adam türkü söyleyerek geçiyordu. Mani okuyormuş. İzmit’te okuldan dönen öğrencilerin bolca olduğu gemi ani çıkan bir fırtına sebebi ile ortadan ikiye bölünerek batıyor. Okuldan çıkan öğrenciler ve o taraflardaki asker olan oğlunu ziyarete giden bir baba ve daha niceleri bir gemiye binmişler evlerine dönüyorlar. Aniden çıkan bir fırtına sonucunda gemi parçalanarak batmış. Çok miktarda insan burada boğularak ölmüşler. O sıralarda iskelede gezmekte olan bir deniz askeri olaydan hemen sonra denizde çırpınan birilerini görünce kurtarmak amacıyla denize atlamış ve yaşlı bir adamı kurtarmış. Karaya çıkartınca bunun babası olduğunu görmüş. İşte bu tür olayları acıklı ve kafiyeli bir dil ile anlatan dörtlükleri yanık sesi ile makamlı okuyarak elindeki manileri satan birisiydi bu. Bana koş git maniciden bir tane al diyerek para verdiler. Bende aldım. Deniz kazasını bu şekilde anlatarak para kazanıyorlardı. Buda o zamanların mesleklerinden biriydi işte. Daha sonraları bu tür maniler satan ve yine hep acıklı olayları anlatan maniciler gelip geçti buralardan. Yalnız teknoloji biraz daha ilerledikçe bu mani satanlar ellerine aldıkları yazılı kağıtları boyunlarına astıkları teyplerden yani banttan okumaya başladılar. Yani teyp cihazı okuyor adamda sadece kağıtları taşıyarak satıyordu. Yine o zaman akılda kalan ve günlerce konuşulan ve manileri çok satan Bodrum Hakimi olayı vardı. Mani içerisinde geçen hikaye dışında daha bir çok şeyler anlatılmaktaydı ama daha sonra bunun bir şarkısı ile filimi de yapılınca fazla abartılı olan hikaye kısmı normale döndü.

Konudan konuya geçiyoruz. Dedik ya sinema hayatımızda ayrı bir yer kaplıyordu. Hürmüz teyzemde o zamanlar genç ve güzel bir kız olmuştu. Haftanın belirli günlerinde aileye veya kadınlara sineme gösterimi olurdu. Bunlardan gece gösterimine “Suare”, gündüz gösterimine de “Matine” denirdi. Akşamları hep beraber gittiğimizi hatırlarım. O zamanlar Türk filmlerinin tamamı siyah beyaz. Film esnasında bir dansöz görüntüye geldiğinde içeride ki insanlardan alışılmadık sesler gelirdi. Bunlar “Tüh! Allah kahretsin ne ayıp. V.s.” gibi konuşmalar idi. Bir gece gittiğimiz bir filimde böyle bir dansöz çıkınca Şefika teyzem kendi şivesiyle “Ha şöyle!” diyerek bağırınca sinemadakiler gülmekten kırılmışlardı. Hürmüz teyzem sinemayı çok seviyor dedik ya, dedem çok sık olarak “seni sinemacıya verelim bari” diyerek takılırdı. Gerçektende öyle oldu. Sinemacı Ali eniştem talip oldu ve evlendiler. Kader mi şans mı. Karar verin.

Bu sıralarda Almanya’dan bir akrabamız gelmişti. Daha doğrusu Süleyman eniştemlerin bir akrabası idi. Bizde gittik. Değişik kıyafetler giymişlerdi. İçeride oturur iken bile kafalarındaki şapkayı çıkarmıyorlardı. Şapkanın kenarında da bir tüy vardı. Hemen yanlarında yuvarlak ve uzun bir şey vardı. “Bu nedir?” diye sorduk. “Termos” dediler. İçerisine konulan şeyi aynı şekilde tutarmış. Kapağını açtılar içinden birde bardak çıktı. Dışını tuttuğumuzda soğuk olmasına rağmen içinden bardağa döktükleri çay sıcaktı. Bu bardak elden ele dolaşarak her kes bir yudum alarak tadına baktı. Evet gerçekten sıcaktı. O sırada yan tarafta bir tavla büyüklüğünde ama daha yüksek bir kutu vardı. Üzerinde iki adet tekerlek vardı ve dönüyordu. Bunu daha evvel fark etmiş olmamıza rağmen ne olduğunu soramıyorduk. Neyse termos faslı bitti. Birde dürbün çıkardılar. Bunun ne olduğunu biliyorduk ama hiç kullanmamıştık. Neyse bir tarafa bakmamıza rıza gösterdiler. Gerçekten her şey elimiz ile tutacak kadar yakına gelmişti. Hepsi tamam da benim aklım o kutuda idi. Bu arada Almanyalı akrabamız bu kutuya doğru eğilerek bir şeyler yaptı. Bizden tarafa dönünce yüzünde ve evdeki bizden önce gelenlerin yüzünde de acayip bir gülümseme oluştu. Yahu ne oluyor demeden az evvel konuştuklarımız ve aynı bizim seslerimiz ile çıkmaya başladı. Korkmuştuk. Kutu bizim sesimizi taklit ediyordu. Gerçi pek çaktırmamaya çalıştık ama çok ilgilenmiştik. Tam bu sırada mahalleden bir komşu mantosunu kafasına atmış bir şekilde; “Huuuu! Komşu gözün aydın. Misafirlerin gelmiş” diyerek girdi içeriye. Bu sırada kutu daha evvel almış olduğu bizim seslerimizle konuşmaktaydı. İçeriye girdikten sonra şöyle bir etrafı süzdü. Herkes yüzüne bakıyor konuşmuyor, ama etraftaki tanıdıkların sesleri konuşur şekilde geliyordu. “Anaaaa! Bu ne marıı...! “diyerek kutuyu gösterdi. Akrabalarımızdan önce teyzemler bak bunun adı teyp imiş. “Ne konuşursan alıyor. Sonrada aynı şekilde konuşuyor” dediler. Almanyalı akrabamız bu arada eğilerek kutuyu tekrar ayarladı. Hadi konuş bakalım dediler. Şöyle bir kutuya bakan komşumuz teyzeme dönerek, “Şimdi benim sesimi alır mı?” diyerek konuştu. Zaten bu komşunun konuşmalarına her zaman gülerdik. Bizler gülmekten kırıldık. Bantı geriye alarak az evvel konuştuklarını kendisine dinlettiklerinde hem merak, hem de utangaçlık içerisinde “Anaaa! Bunun yanında gizli şeyler konuşulmaz” dedi ve sustu. Uzun bir sürede konuşmadı ve meraklı gözler ile etrafı seyretti. Daha sonra bu çok maharetli kutudan şarkı nağmeleri yükselmeye başladı. Çalan müzik yabancı idi. Demek bizim müzikler daha oralara gidememişti. Daha sonra mahalleye döndükten sonra arkadaşlara hava atarak böyle bir alet gördüğümü anlattım ama bana inanmadılar. Bu gördüğümüz ilk olan tekerlek bantlı teyplerden idi.

(Devam Edecek)                                

25.968 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020