E-Posta : kestessus@yahoo.com.tr
Çanakkale’de 1960’lı Yılların sonuydu. Bir gün mahallede yapılan bir düğün için bütün çocuklar toplanmıştık.Bu bir sünnet düğünü idi. O zamanlar mahallede bir düğün yapıldığında bütün çocuklar ellerine birer mantar tabancası alarak etrafta durmadan patlatırlardı. Biraz daha büyük olanlar daire şekline getirdikleri bir telin iki ucu arasına bir mantarı sıkıştırarak uzaklara doğru fırlatıp atarak patlatırlardı. Bazen de bu sıkıştırma esnasında mantar fazla basınca dayanamaz o kişinin elinde patlardı. İşte böyle bir zamanda daha evvel bahsettiğimiz Şakir iki tel arasına mantarı sıkıştırmaya çalışır iken mantar elinde patladı. Şakir canının acısı ile elini iki bacağı arasına sokarak tepinmeye başlar iken mahalledeki çocuklardan birisi elindeki mantar tabancasını tam bunun yanında patlatınca Şakir korku ile etrafında dönerek zıplamaya başladı. Biz onun bu hareketlerine çok güldük. Az evvel mantarı patlatan kişinin çok hoşuna gitmiş olacak ki, biraz sonra tabancasını doldurarak bir daha geldi. Şakir bu arada elindeki mantarı hazırlamış olduğu tele takmıştı. O çocuk tabancayı bunun yanında patlatarak kaçmaya başlayınca Şakir elindeki mantarlı teli bunun arkasından attı. Çocuk kaçar iken atılan bu mantarlı tel tam kafasına isabet ederek orada patlayınca bizler daha fazla gülmeye başlamıştık. Hemen giderek çocuğun kafasını kontrol ettiğimizde saçların bir kısmı yanmıştı. Ağlayarak annesine şikayet edince kadın gelip Şakir'e bağırmaya başlayınca bizler araya girerek Şakir’in kabahati olmadığını, kaza ile olduğunu anlatınca olay kapandı. Kadın bu arada giderek Şakir’i annesine şikayet etmiş “senin oğlan bizim çocuğun kafasına mantar atmış” diyerek. Şakir’in annesinin cevabı aynen şöyle olmuş: “Yahu komşu bana şikayete gelinceye kadar neden yakalayıp pataklamadın” Olayda böylece bitmiş oldu. Mahallede kadınların çocuk yüzünden kavga ettiklerini hiç hatırlamıyorum. Bu durumlarda komşular birbirlerini hiç kırmazlardı. Bu da anılarda kalan bir olay işte. Hamidiye yanındaki olaylardan bahsedince Berber Osman Abi vardı. Oldukça şişman bir tip olan bu kişi her zaman bisiklet üzerinde dolaşırdı. Dükkanı nerede idi bilmem ama bisiklete bindiği zaman sanki bisiklet darmadağın olacakmış gibi gelirdi. Tekerlekler yamrulmuş gibi dururdu bu ağırlık altında. İşte bu Berber Osman abi kış günleri dahil havanın rüzgarsız olduğu günlerde akşam güneş batmaya yakın deniz kenarına gelerek soyunur ve daha evvelden hazırlamış olduğu misinasını uygun şekilde yemleyip daha sonrada denize girer ve yüzerek kendisince daha evvelde kullandığı yere bırakırdı bu misinayı ve ucunu da sabitlerdi. Gece boyunca burada kalan misinaya uygun bir balık gelerek takılır ve sabahleyin yine erken saatlerde buraya gelerek tekrar yüzmeye ve akşamdan bıraktığı misinasını toplayarak yakalanan balığı da lokantalara satarak ekmek parasını çıkartırdı. Bazen kış günlerinde barut çıkarmak amacıyla daldığımız zaman bu “bırakmayı” görürdük ama dokunmazdık. Balık deyince hemen hayatımızda oldukça değerli bir yeri olan karşı sahilde Çamburnu denilen yerden bahsedelim. Burası her neden ise bizi cezp etmekteydi. Buraya orta okul sıralarında iken arkadaşlardan Ersan’ın sınıfça okul gezisine gider iken bende katılmıştım. Çamburnu denilen yerin Eceabat tarafından girişinde eski bir kale vardı. Burada okulca toplanılmış oyun oynanmış daha sonrada denize girilmişti. Hemen bu kalenin yanında bulunan küçük bir iskeleden atlayarak yüzmeye başlamış ve yanımızda getirmiş olduğumuz deniz gözlüğü ile dalarak orada bulunan ve çıkarması zahmetli olduğu gibi yenmesi de çok lezzetli olan Kum Midyeleri çıkarmıştık. Ama o gün için bizce çok önemli ve o kadar da heyecan verici olan bu iskeleye daldığımızda gördüklerimiz idi. Bu iskelenin altı tamamen top mermisinden yapılmıştı. Buradan bazılarını çıkarmak istediğimizde başarılı olamadık. Bu top mermileri birbirine iyice kaynamıştı denizin ve yılların etkisi ile. Daha sonra yan taraftan bol miktarda midye çıkararak deniz kenarında yakılan bir ateş üzerine konulmuş bir teneke parçasının yardımı ile pişirilerek etraftakilere dağıtılmış ve afiyet ile yenilmişti. O gün bizim ile beraber bulunan bayan sınıf öğretmeni eşi ile birlikte katılmıştı bu geziye. Sanırım bayan öğretmen hamile idi ve eşinin yanından hiç ayrılmıyordu. Çok güzel bir gün geçirmiştik o gün. Aradan belirli bir zaman geçtikten sonra burada bulunan ve küçük köprünün oralarda oturan bir kız arkadaşımızın ölüm haberini alınca herkes çok üzülmüştü. Az evvel bahsettiğimiz sınıftan bir kız öğrenciydi. Erkek gibi kız derler ya, aynı şekilde sözünde mert dürüst dünya tatlısı bir kızcağızdı. Dobra olarak konuşur, lafını esirgemez idi ve konuşmalarını arasına bolca espriler sıkıştırarak kendisini dinlettirirdi. Orta okul çağlarında olduğumuza göte yaşımızı siz hesaplayın artık. Bir gün arkadaşlardan birisi gelerek adı “Ayşe” olan bu kız arkadaşımızın öldüğü haberini verince herkes gibi bende inanamadım. Daha birkaç gün evvel plajda diğer arkadaşlar ile beraber yüzerek güzel bir gün geçirmiş şakalaşarak eğlenmiştik. Evinde yıkanmak amacıyla banyoya girmiş ve şofbenin gaz kaçırması yüzünden ölmüştü. Ne felaket. Arkadaşlarımızın arasında bu tür ölüm yüzünden kaybettiğimiz ilk kişilerden birisi olduğundan bizleri oldukça etkilemişti. Ölümlere alışkın değildik o zaman ve etrafta duyduklarımızdan bizlere hikaye gibi geliyordu. Çok kısa bir zaman önce hep birlikte olduğunuz birinin, daha yapmış olduğu bir espriye hala güler iken bu tür bir aradan ayrılma çok etkilemişti biz arkadaşlarını. Allah Rahmet eylesin. Buradan onu da hatırlayarak Allah’tan rahmet dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden.
Daha sonra buraya çok sık olarak geldik bizim mahalle arkadaşlarımız ile. Çam burnu denilen tam uç kısımda denizin içerisine doğru uzanan çok küçük kayadan oluşan bir burun vardı. Bu hemen hemen su seviyesinde bulunur ve denizin yüksek olduğu zamanlarda karşıdan görünmezdi. Bu burun uzun bir kayalıktan meydana gelmişti ve üzeri tamamıyla midyeler ile kaplıydı. İşte bu taşın üzerinde yalın ayak olarak rahatça yürüyor ve ayaklarımızı hiç kestirmiyorduk bu midyelere. İlk zamanlar her tarafımız kesik içerisinde kalmaktaydı ama sonra bunun üzerinde rahatça yürümesini öğrenmiştik. Eğer bu midyelerin üzerine tam dik olarak basar ve ayağınızı hiçbir şekilde kaydırmaz iseniz kesemezlerdi ayaklarınızı. İşte bu kayanın ucuna oturup elimize aldığımız birkaç metrelik bir ince misina ucuna takılan yaprak yem ile bol miktarda ve zahmetsizce Zargana balığı yakalardık. Daha derinlere misinayı attığımızda daha kaliteli (Karagöz gibi) balıklar gelmesine rağmen akıntının fazla olması dolayısı ile misina üzerine ağır kurşunlar bağlamak zorunda kalıyorduk. Fakat bu defa da dibe batan misinaları burada bol miktarda olup kabukları açık bir durumda bekleyen midye tarlası beklemekteydi. İşte bu açık kabuklar içerisine giren misina midyeyi harekete geçiriyor ve kapanarak içerisine girmiş olan misinayı sıkarak geri çekilmesine imkan tanımıyordu. Dolayısı ile çok fazla misina kaybetmekteydik. İşte böyle bir durumda iken dipte sıkışan misinayı kurtarmak amacıyla akıntıdan dolayı riskli olmasına rağmen buraya daldım. Dipte midyelere takılarak kopmuş olan bir sürü misina vardı. Bunlardan erişebildiklerimi işe yarar umudu ile bazılarını aldım ve uçlarını karada bekleyen arkadaşlara verdim. Biraz çekince bunların üzerlerinde yaklaşık olarak beş santimetre çapında kırmızı topraktan yapılmış yuvarlak malzemeler çıktı. Bir beden misina üzerinde bunlardan iki tane vardı. Biraz düşününce bunların ne işe yaradıklarını bulduk. Karagöz Çipura gibi balık tutmak amacıyla ileriye atılan misinalar midyeler tarafından tutuluyorlardı. Bunun önüne geçmek amacıyla bu toplardan takılıyor ve midyelerin üzerine bu toplar geliyor ve iki top arasında kalan misina gergin bir durumda tutularak midyelere değmesi engellenerek kaybı önleniyordu. İyi bir fikir idi. Bizde bunları kullanıp balık yakalamayı düşündük ve denedik ama başarılı olamadık. Bu anlattığım sistemi kullanmak biraz maharet ve tecrübe istiyordu. Olsun biz yeni bir şey daha öğrenmiştik ya. Bir gün kullanmasını da öğrenirdik elbet. Bu Çamburnu’na gider iken evden tuz domates v.s alıyorduk. Eceabat’tan da ekmek alınca bize yetiyordu. Çünkü balık ve midye bol olduğundan yiyecek sıkıntısı çekmiyorduk. Ne kadar lezzetli oluyordu anlatılamaz.
Plaj mahallesinden bahsetmiştik ya burası ile ilgili çok ilginç bir olayı aktarmak istiyorum. Bu mahallede yaşayan bir ayağı aksayan bir hanım efendi vardı. Bu kişi herhalde yürüme zorluğundan dolayı olacak her yere motosiklet (Mobilet) ile giderdi. O zamanlar bir kadının bu tür bir araç kullanması çok ilginç olmalı. Bundan daha ilginç olanı yine bu bayanın oldukça iri olan bir kurt köpeği vardı ve her zaman bayanın yanında dolaşır ve motosikletin yanında koşar dururdu. Çoğu zamanlarda motosikletin arka tarafında yapılmış özel bir yere oturur ön bacakları ile de kadının beline sarılır bu şekilde yolculuk yaparlardı. Bu bayan ismini bilmiyorum İnşaat Mühendisi idi ve az evvel bahsettiğimiz motosiklet ve köpeği ile inşaatlara gider gerekli kontrolleri yapardı. Beton atılacağı zamanlarda kontrol etmek amacıyla bu inşaata gelen bayan ikinci üçüncü katlara bile çıktığında kurt köpeği hep yanındaydı. Ben ikinci katta çalışmakta olan işçilere bir şeyler tarif edip anlatır iken gördüm bu hanımı. Şimdi sizlere bu anlattıklarımızdan çok daha fazla olan ilginç bir olay aktarayım. Bahsettiğimiz kurt köpeğinin özel olarak yapılmış üzerinde iki adet kapağı olan küçük bir sepeti vardı. Köpeğin sahibi olan hanım bu sepetin içine para ve isteklerini gösteren bir liste hazırlayarak koyar ve bu sepeti köpeğine teslim ederdi. Kurt köpeği, sap kısmından ağzı ile tuttuğu bu sepeti küçük köprüden geçerek kasaplar çarşısı denilen (Kurşunlu cami yanı) yere gelerek buradaki daha evvel tanıdığı kasaba elindeki, pardon ağzındaki sepeti verir ve kasap isteklerini hazırlayana kadar dükkanın dışında ve orayı rahatça görebileceği bir şekilde kenara çekilerek beklerdi. Bu kasaptan başkasının sepeti köpeğin ağzından alması veya dokunması mümkün değildi. Kasap istekleri hazırlayıp sepetin içine koyar ve tekrar köpeğin ağzına verirdi. Emaneti teslim alan bu kurt köpeğini durdurmak ağzındakini almak mümkün değildi. İnsanların yanından gayet rahat bir şekilde geçer kimseyi rahatsız etmezdi. Yalnız kendisini herhangi bir şekilde rahatsız eden olduğunda öncelikle hırlayarak ikaz eder, daha sonrada koşarak biraz uzaklaşıp ağzındaki sepeti uygun bir yere bırakır, tekrar geriye dönerek hem kendisini rahatsız edeni hem de bıraktığı sepeti rahatça görebileceği bir açıda durarak önce havlar, daha sonrada dişlerini çıkararak saldırıya geçerdi. Durabilene aşk olsun. Zaten bu mahallenin insanları köpeğin huyunu iyi bildiklerinden sataşmazlar eğer sataşan yabancılar olursa ikaz ederlerdi. Az evvel anlattığım köpeğin saldırma olayını bir kere gördüm. Kıyafetlerinden plajdan geldikleri anlaşılan birkaç çocuk köpeğin ağzındakini görünce almak istediler. Etraftaki insanların ikaz etmelerine karşı aldırış etmeyen çocuklar köpek ile biraz daha uğraşıp saldırının dozunu artırınca köpek biraz uzaklaşıp ağzındakini emin bir yere bıraktıktan sonra geri dönüp hırlayıp dişlerini göstererek saldırıya geçince köpeğe yaklaşamayacaklarını anlayan çocuklar koşarak uzaklaştılar oradan. Köpeğin marifetini bende öğrendim etraftakilerde özelliklede saldırı yapan çocuklar. Ne kadar akıllı bir köpekti.
Yukarılarda bir yerlerde mahalledeki insanların birbirlerine olan yardımlarından bahsetmiştik. Yine bunlara uygun bir örnekten bahsedelim. Erkekler kendi işlerinde çalışarak para kazanmaya çalışırlardı ama, bu yeterli olmadığından bazı ek işlerinde yapılması gerekirdi. İşte bunlardan biriside kadınlar evde badem kırarlardı. Sahibi kimdi bilemiyorum bademleri toplayarak deposuna koyan iş sahibi burada toplanan kadınlara bu bademleri kırdırarak badem içi yaptırırdı. Burada çalışmak istemeyenler bu çuvalları evlerine alırlar ve burada kırarak içleri teslim ederlerdi. Zaten çuvalla gelen kabuklu bademlerin miktarı belli idi ve bunlar kırıldığında ne kadar kilo geleceği de belliydi yaklaşık olarak. İşte yaz günlerinde kadınlar kapının önüne çıkarak yere sermiş oldukları kilimlerin üzerine bu çuvallardan açarak kırmaya başlarlar ve kırılanları daha sonra ayırarak içleri bir yere toplar, kabuklarını da başka bir yere toplayarak kendilerine ala koyarlardı kışın yakmak için. Çoğu zaman da kadınlar bir araya toplanarak bir komşunun bademlerini kırmaya ve temizlemeye yardım ederler, onun çuvalları bittiğinde hep beraber toplanarak başkasının bademlerini kırmaya başlarlardı. Kalabalık olunduğu için bu işlem daha hızlı olur, herkesin işi çabucak görülmüş olurdu. Biz çocuklarda bazen kırılan bademlerin içindekileri çıkarmak için yardım ederdik. Bu yardım daha çok biriken kırılmış badem kabuklarını çuvallara doldurmak şeklinde olurdu. Bu işlemi yapar iken ara sıra kabukların arasında badem taneleri bularak sevinirdik ve gizlice atardık ağzımıza kimseye çaktırmadan. Toplanan badem içleri yerine teslim edilerek bedeli alınır, kabuklarda evde kuru bir yere konularak saklanırdı kışlık yakacak olarak. Oldukça da güzel yanardı bu kabuklar ve iyide ısıtırdı. Hem eve bir maddi katkı sağlanıyordu bu işlemlerle hem de kışlık yakacakların bir kısmı çıkıyordu. Bu da bir ekonomik katkıydı.
Ben daha evvel kasacıda çalıştığımı yazmıştım. Buradan çuval ile ince talaş ayırırdım bir miktar. Bu evdeki buna uygun bir sobada yakılarak ısınma işlemi gerçekleşirdi. Kışın bu talaşlar soba kovalarının içerisine uygun şekilde konularak sıkıştırılır ve üst ile ön tarafında bir boşluk bırakılırdı. Buradan hava alarak yanması için. Yeterince sıkıştırıldıktan sonra üst kısmına bir miktar gazyağı dökülerek tutuşturulur ve ondan sonra sobanın önündeki kapak bir miktar açılarak yanmaya bırakılırdı. Yeterince yandıktan sonra içerisi ısınınca kapakları kapatılarak yanma yavaşlatılır ve için için yanan talaşlar oldukça uzun bir süre ısıtmaya devam ederdi. Çanakkale’de abanoz mahallesi denilen tarafta oduncular bulunmasına rağmen çoğu zaman köyden eşek sırtında odunlar getirilerek mahalle arasında gezilerek satılırdı. Bunlar istenilen evin önüne yıkılırdı. (indirilirdi) Ev sahibi daha sonra eline baltasını alarak bunları ihtiyacı olan boyda kesmeye başlardı. Bu işleri yapamayanlar olur ise para karşılığı bu odunları başkalarına kestirirlerdi. Bunun için bazen mahalle aralarında elinde baltası olan bir adam odun kesilir diyerek iş arardı kendisine ve talep olduğunda hemen onları keserek uygun bir yere de yerleştirirdi. Bu da bir meslekti o zamanlar.
Yazıya başladığımızdan bu yana bir çok kereler hastalıklardan bahsettik bunların çoğu da koca karı ilaçları türü ve muska v.s. türü şeylerdi. Hastalıkların nasıl tedavi edildiğini buraya aktararak sizlere o zaman yaşayan insanların neleri konuştuklarını, doğru veya yanlış tedavi yöntemlerini anlatacağım. Bunları bu gün tasvip ettiğimi sanmayın. Gelelim anlatmaya. Daha evvel bahsettiğim gibi babam itfaiyede çalışmaktaydı ve haftada bir gün gelebiliyordu eve ancak. İşte böyle bir izin gününde eve geldiğinde ayakta duracak hali kalmamıştı. Soğuk bir kış günü gitmiş oldukları yangını söndürmek oldukça zor olmuştu ve bu söndürme işlemi esnasında oldukça ıslanmış ve daha sonra da bu ıslak çamaşırlar üzerinde kurumuş, ertesi gün ise titremeler ile birlikte hastalık başlamıştı. Ben genelde babamın hasta olduğunu hiç bilmem. İşte eve geldiğinde bu durumda idi. Hemen sobanın yanına bir yatak serilerek babamı yatırdılar. Evde büyük olarak birisi daha vardı ama kimdi hatırlamıyorum. Babama tandır koymaya karar verdiler. Bu olay için ağzı açık bir gaz tenekesi içine (18 kg.lık tenekeye böyle denir) geniş bir tabak içerisine belirli miktarda kül koydular. Daha sonra sobadan aldıkları kıpkırmızı közleri bu tabak içerisindeki külün üzerine sıraladılar. Ağzı açık olan tenekeyi yatağın içine ayak ucu tarafına koydular. Babamı yatağa yatırarak üzerine bir yorgan örttüler ama tenekede yorganın altında kaldı. Bu üzeri köz dolu tabağı tenekenin içerisine koyarak her tarafı kapattılar. Kısaca anlatmak gerekir ise tam bir sauna haline gelmiş oldu. Belirli bir zaman sonra babam terlemeye başladı. Zaman zaman yorgan az bir şekilde açılarak babamın terleyen vücudu kocaman bir havlu ile kurulanarak tekrar yatırılıyordu. Bu uzun zaman devam etti. Ertesi gün babam gayet sıhhatli bir şekilde kalkarak bizimle kahvaltı etti ve öğleye doğruda itfaiyeye işinin başına döndü.
Daha başka ve ilginç bir tedavi yöntemi daha aktaralım da sonra hatırladığımız olur ise aktarırız. Babam omuz ağrılarından şikayet etmekteydi bu ağrıların kulunç ağrıları olduğuna karar verdiler ve köye bu ağrıları tedavi ettirmeye gittiler bir hafta sonu. Neyse o günün akşamı hatta birazda geç vakit döndüler. Ne oldu dediğimizde “tamam ilaçlattık” dediler. Babam üzerindekileri çıkardığında sırtında omuzlarına yakın yerlerde siyah benekler vardı. “Bu ne?” diye sordum “yanık” dedi annem. “Yahu siz ne yaptınız?” deyince anlattılar. Köyde yaşlı bir kadın varmış bu tür hastalıkları tedavi eden. İşte ona gittiklerinde bu yaşlı kadın babamı yere oturtarak sırtını kendisinin hazırladığı bir ilaç ile ovmaya başlamış. Bu ilacın bir miktar yanık gaz yağı, ispirto, zeytin yağı karışımı imiş. Yanık gaz yağı demek daha evvel lamba içerisine konarak bir süre yakılmış olan demek. İşte bu karışım ile ağrıyan yerler ovulmaya başladıktan sonra ağrı olan yerde yaklaşık olarak nohut iriliğinde bir kubbecik oluşuyor. Bu arada söylemeye unuttum. Yanmakta olan ateşin içine bir demir örgü şişi konulmuş ve yeterince kızması sağlanmıştır. İşte bu ağrıyan yerde oluşan şişlik üzerine bu ateşte kızdırılmış olan örgü şişinin ucu değdirildiğinde “Çıt” diye bir ses ile kulunç patlayarak yok olur imiş. “Peki canın yanmadı mı?” diye sorunca “hayır hiçbir şey duymadı. Canım yanmadı” dedi. Yalnız bu arada tedaviyi yapan yaşlı ninenin gözleri pek iyi görmediğinden bazen şişi yanlış yere değdirdiğinde babam canının çok yandığını söyledi. İşte eve geldiklerinde babamın sırtını açarak buralara oksijenli su sürdü annem. Birde ecza dolabından aldığı bir krem sürdü üzerine ve tekrar bir ince bez ile kapatarak babamı giydirdi. Çok kısa bir zaman sonra da bu olaydan bir daha hiç bahsedilmedi. Ağrıları da kalmadı babamın ve bir daha da kulunçtan bahsettiğini duymadım. Şimdi bunları okuyup ta benim bu tür şeyleri onayladığımı ve teşvik ettiğimi zannetmeyin. Bahsettiğimi olay tam kırk yıl evvel gerçekleşti. O zamanki insanların yaşantılarını inanışlarını aktarmak için anlattım. Bu gün bu tür rahatsızlıklar için çok daha basit yöntemler var bildiğiniz gibi. Hastalıklara insanların yaklaşımını anlattık aklımıza geldikçe devamını aktarırız buraya. Yaklaşık olarak yedi sekiz yaşlarında iken başımda Saçkıran denilen bir hastalık oluştu. Başımda belirli bir noktada yara gibi bir şey çıktı ve buradaki saçlarım döküldü ve büyümeye başladı. Doktora gittiğimizde bazı ilaçlar verdi ama hastalık geçeceği yerde daha da ilerlemeye başladı. Sulu bir yara şekline dönüştü kötü bir şey oldu. Annem akrabalarımızdan birisinin önerdiği ilacı yapmaya karar verdi. Önce kırmızı bakırdan yapılmış ve kalaysız bir bakır sahan aldılar çarşıdan. Evde bu tür kalaysız bir malzeme bulmak imkansızdır. Çünkü babam bu konuda oldukça titiz davranırdı. Neyse bu bakır sahan içerisine limon suyu koyarak bir kenara kaldırdılar. Bir zaman sonra bu limon suyu bakır ile birleşerek mavi renkli bir küf yaptı. O bakır sahanda oluşan zehirli maddeye Bakır küfü derlerdi o zamanlar. Bu mavi renkli küf alınarak bir miktar nışadır ile karıştırılıp bir krem haline getirdiler. Önce başımdaki yarayı yıkayıp biraz sert örülmüş bir örgü ile burayı iyice temizleyip bu karışımı sürdüler o yara olan tere. Çok fazla canımı yakıyordu ama, beni öyle bir tuttular ki kaçamadım. Bu tedavi ne kadar sürdü bilmiyorum ama önce bu sulu yaralar kapandı ve o bölge normal bir baş derisi şeklini aldı. Daha sonrada bal ile bir karışım yaptılar ama içerisinde neler vardı hatırlamıyorum. Belirli bir zaman sonrada o bölgede saç çıkmaya başladı ve bir daha da olmadı.
Bizim şu anda bulunduğumuz evde anne dedemler ile beraber kalıyorduk. Evin bir odasında biz vardık diğerinde onlar kalıyordu. Bir sabah kalktığım zaman benim kulaklarımın arkası şişmişti. Kabakulak olduğumu söylediler. Hemen bahçede ateş üzerinde bir şeyler pişirmek amacı ile kullanılan bir tencerenin altından is şeklindeki kara şey alınarak kabakulak denilen şişliğin üzerine sürdüler. O bölge kapkara olmuştu. Annemin en küçük kardeşi benden birkaç yaş büyüktür. O da okuldan gelince beni o halde görünce benim kapkara olan boynuma bakarak benimle alay etmişti. Neyse o gece yattık ama sabah kalktığımızda o da aynı şekilde olmuştu ve ona da tencere karası sürülerek ikimiz oynamaya başladık. Okula gidememişti. Bu da kabakulak hastalığının bir tedavisi idi. Bu arada doktora gidilmedi ve herhangi bir ilaçta alınmadı bu sürülen tencere karasından başka. Kış günlerinde dışarıda oynar iken ayaklarımız ıslanır bizde bunlara dikkat etmediğimizden akşama karnımız ağrımaya başlardı. O zaman annem sen ayaklarını üşütmüşsün diyerek hemen bir cezve içerisinde kaynatılan Nane ile limonu sıcak olarak içirerek ağrımızı giderirlerdi.
(Devam Edecek)