E-Posta : kestessus@yahoo.com.tr
Çanakkale’de 1960’lı yıllarda kış gecelerinde okul olduğu için bir yerlere pek gidilmezdi. Annem bizlere çocukluğunda yaşadıklarını anlatırdı. Burası bir Yörük köyü, annemler de Yörük idi. Sizlere annemin bize anlattıklarından bir tanesini anlatmak istiyorum. Birgün Yukarıokçular köyünden Çanakkale’ye inmişler. O zamanlar araba da yok. Dolayısı ile bütün bu gidiş gelişler yaya olarak yapılmaktaymış. Bu yoldan yaya olarak bende gittim geldim annemlerle. Lapseki veya Biga arabalarına indikten sonra Bakladeresi denilen yolda inilerek buradan mevcut patikayı takip ederek gitmeye çalışırdık biz. Annemin çocukluğunda bu imkanda yoktu. Yol üzerinde bahsettiğimiz dereye gelerek burayı geçerdik. Yaz günlerinde burada hemen hiç su bulunmazdı. Bu dereyi geçtikten sonra çok eski yıllardan kaldığı her halinden belli olan bir yola gelirdik ve bu yolun üzerinde bulunan yine çok eski yıllardan kalan bir çeşme bulunurdu. Pek abartma gibi olmasın ama çeşme en az bir asırlık vardı. Köylüler Kaleye gidip gelmek için bu yolu kullandıklarından bu çeşmeyi kullanırlardı susuzluklarını ve yorgunluklarını gidermek için. Anneminde anlattığına göre çeşmenin yapıldığını bilen yok. Sorulduğunda “ben çocuk iken vardı dedem çocuk iken de varmış” diye anlatırlarmış. Bende bunlara dayanarak bir asırlık olduğunu söyledim sizlere belki bir gün Çanakkale’yi araştıranlardan birisi burayı gün ışığına çıkartır. Bu çeşmenin önünde uzayıp giden bir yol vardı. Bu yol tabana taşlar yerleştirilerek yapılmış bir yol idi. Biz bu yolu takip etmezdik. Çünkü bizim gideceğimiz yöne ters olarak kalırdı. Tabana dizilen taşların gayet rahat olarak belirgin olduğu bu yolun ne zaman ve kimler tarafından yapıldığını bilen yoktu bizim köyün içinde. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama, bu yolun İpek Yolunun bir kolu olduğu söylenmişti ama ne kadar doğru bilemem. Bakladeresi mevki neresi denirse dedemin taş ocağının olduğu yer. Bu yol üzerindeki yolculuk yaz günlerinde pek fena değildi ama kışları bilemem. Bu yoldan köye giderken bir çayın içerisinden geçiyorsunuz. Yaz günlerinde oldukça kuruyan bu çay kış günlerinde suyu artarak geçilmez hale geliyormuş. Babamla annem yeni evliler (iken eğer yanlış hatırlamıyor isem büyükler tarafından evden atılınca) köye gitmeye karar verirler. Bu çay kıyısına gelince karşıya geçmek zorunda kalıyorlar. Geçmek için uğraşırlarken akıntıya kapılıyorlar. Babamın son sözü şudur bu konuda: “Allah’tan eşek yüzme biliyormuş” Biraz sürüklendikten sonra zorlukla kurtuluyorlar. Neyse bizim anlatacağımız olay daha öncelerde. Köylüler kaleye iner iken anlattığım gibi yaya gidip geliyorlar. Kaleye gelip çarşıda falan alış veriş işlerini gördükten sonra köye döner iken halihazırda palamut fabrikası olan yeri geçtiklerinde daha iyi bir tarif ile şimdiki hapishanenin tam karşısında bir yerlerde yürürler iken arakadan bir homurtulu bir ses geliyor. Tam bu ses üzerine sanırım dedem“kaçın araba geliyor” deyince annem “Allaaah !Cankurtaran yok mu?” diyerek tarlanın içine doğru son sürat koşarak kaçmaya başlıyor. O zamanlar feraceye yeni girmiştim diyor. Yani yaklaşık olarak on üç on dört yaşında vardım diyor. Kadınlar önce bu kaçmaya bir anlam veremediklerinden sonrada gülmekten yardım edemiyorlar. Beni geriye çağırdıklarında çok utanmıştım diye anlatırdı. Az evvel fabrika diye bahsettiğimiz yer o zamanlar Palamut fabrikası (Valeks fabrikası) diye anılan yerdir. Bu fabrika Meşe ağacının meyvesi olan palamutları toplayıp işleyerek deri boyamasında kullanılan bir boya üretirdi. Köylülerin arabalara yükledikleri palamutları buraya getirip teslim ettiklerini hatırlarım. Hala aynı işi yapıyor mu bilemem. Köyden bahsedince Yukarıokçular köyündeki anneannemlerin evin hatırlıyorum. Karşıda ocak denilen kocaman bir şömine vardı. Şerife ablamda çok küçüktü o zaman. Ama bu şömine üzerinde Meşe Palamut’unu (köyde pelit derlerdi) kül içerisine gömerek pişirip yediğimizi hatırlıyorum. Kendine has bir tadı ve kokusu olan bu meyve kestane yerine geçiyordu. Alt kat çok büyük ve genişti. Burada çeşitli malzemeler duruyordu. Bir köşede kocaman bir ağaçtan yapılmış kutu gibi bir şey vardı. Tarif ederken zorlandığım için bu kelimeyi kullandım. Bu kutu yaklaşık olarak kocaman bir oda büyüklüğündeydi. Ambar diyorlardı ve içerisi buğday doluydu. Bunun üzerine çıkarak oynadığımı, oyun bitip sonra içeriye girdikten sonra ağlayacak şekilde kaşındığımı ambarda bulunan arpamıydı yulaf mıydı, her neyse üzerimdeki kazağımın içerisine girerek beni kaşındırdığını anımsıyorum. Bu ev ile ilgili olarak annemin anlattığı bir olayda şuydu. Burası çok yüksek olduğundan buranın yağışları da farklıdır. Çanakkale de kar yok iken burası tepeleme kar dolar. Yağmur olayı da bunun gibidir. İşte böyle yağmurlu bir kış gecesinde herkes ocağın başında oturmakta iken güçlü bir şimşek çakması ile birlikte bacadan içeriye yıldırım düşüyor. İlk patlama ile birlikte ocak üzerindeki yanmakta olan odunlar etrafa saçılarak dağılıyor. Ama annemin anlattığı şey çok daha ilginç. İçeriye yıldırımın düşmesi ile birlikte “Şşşşşşşhhhhhhhh..!” diye ses çıkararak bir ateş topu evin içinde dolaştı diyor ve ekliyor bu o zamanlar köyde çok olağan bir şeydi diyerek anlatıyor.
Yine bu evin hemen aşağılarında kocaman bir köy fırını vardı. Kadınlar belirli zamanlarda bu fırını yakarak hep birlikte ekmeklerini pişirirlerdi burada toplu halde. Fakat daha da önemlisi köyün yukarı dışında Kavaklı Çeşmesi vardı. İçimide çok güzel olan bu su yazın serin kışında sıcak olarak akardı. Herkes buranın suyundan sanki kutsal bir su gibi bahsederlerdi. Anlatılan bir olayda buranın suyu devamlı aynı seviyede akardı ayni debisi hiç değişmezdi. Köylüler bu debinin artırılması için devlete baş vurarak yardım istemişlerdi ve yapılan kontroller sonucu devletin verdiği cevap anlatılanlara göre aynen şöyleydi: “Gereken incelemeyi yaptık. Size gelen suyun önünde kocaman bir taş var. Eğer bu taşı yerinden kaldırır isek köyü bırakın Çanakkale’yi sel götürür” Bu ifadeyi resmi ağızlardan hiçbir zaman doğrulatamadım. Anlatan büyüklerime sorduğum zaman “biz öyle duyduk” gibi ifadeler ile savuşturdular olayı. Yani onlara da başkaları anlatmış ama kimse kesin doğruluğunu bilmiyor. Zaten o zaman insanlar anlatılan konular üzerinde inanmadan önce pek düşünmek gibi bir alışkanlıkları yoktu. Gerçi halada yok ya. O suyun büyüklüğü hakkında anlatılan buydu ve işin doğrusunu söylemek gerekir ise suyun bu kadar büyük olmasından gurur duyarak inanırdık anlatılanlara. Aslına bakarsanız suyun sıcaklığı hep sabit olduğundan mevsimine göre bizlere öyle geliyordu yazın soğuk, kışın sıcak olarak akan bu çeşmenin nasıl oluyor da yaz ile kışı ayırabildiğine aklımız bir türlü ermiyordu o zamanlar. Bu çeşmenin yanında oda şeklinde bir yer vardı. Çamaşırlık diye adlandırırdı kadınlar. Üstü ve dört tarafı duvar ile çevrili olan bu yerin çeşmeye bakan tarafında bir kapısı vardı. İçeriye girince sol tarafta kadınların su alarak çamaşırlarını yıkayacağı yükseklikler vardı. İçerideki iki duvarda küçük pencereler açılmış bu yerde hemen kapının girişi ile çeşme arasında yan yana konarak bir ocak haline getirilmiş olan taşların üzerine yerleştirilmiş olan kocaman kazanlar ile sular kaynatılır ve çamaşır yıkama işlemi için sıcak su elde edilirdi. Kazanların altında yakılan ateşler ile bu işlem sürerdi. Kadınlar buraya çamaşır yıkamak amacıyla gelirken kadınlar birer kucak odun getirerek buraya koyarlar ve daha sonrada kullanırlardı. Yakılan ateşler ile işleri bittiğinde meydana gelen küller alınarak çamaşırhane içerisinde bulunan bir tenekenin içine aktarılır idi. Çamaşır yıkama esnasında bu küller su içerisinde eritilerek bekletilir, artıklar dibe çökünce üstte kalan su alınarak çamaşır yıkamakta kullanılırdı. 2002 Eylül ayında burayı ziyaret ettiğimde yıkılmış olduğunu gördüm. Aslına bakarsanız yıkmaya hiç gerek yoktu ama, ne yapalım yıkılmış. Yukarıokçular köyü tam dağın zirvesinde olduğundan burada kışlarda yoğun geçer. Dedemlerin anlattıklarına göre bazen o kadar çok kar yağarmış ki evlerden çıkılamazmış. Böyle durumlarda köylülerin sahip olduğu Mandalara iş düşermiş. Ahırlardan birisinin kapısı el birliği açılarak manda dışarıya salınır ve Allah vergisi olarak bu manda karların içerisinden kendine tünel gibi yol açarak gider, içilecek suyu daha doğrusu kavaklı çeşmesini bulurmuş. Mandaların arkasından yola devam eden köylüler bu açılan tünelleri biraz daha sıkıştırarak kış boyunca bir süre kullanacakları bu günkü tabir ile metro hazır olurmuş. Bu yollardan geçen insanlar diğer evlere de geçişler verince bütün herkes bu yolu kullanarak sürdürürlermiş yaşamlarını. Zaten kış günlerinde tarlaya falan gitmek mümkün değil. Oturulan evlerin alt katları hep tahıl ambarı. Erkekler kahveye ve Camiye kadınlarda su almaya ve komşuya gitmek için kullanırlarmış bu yolu. Her şey güzelde, işte bu tür havalarda cenaze çıkınca köylü oldukça zorlanırmış defin işlemleri esnasında. Burada hayat bir başka imiş o zamanlar. Köylünün birbirlerine yardım etmeden yaşamaları mümkün değil. Az evvel anlattığımız kar altında yolculuk bir süre devam ettikten sonra karlar kalkınca hayat normale dönmeye başlarmış. Ben bu tünellere denk gelemedim tabi ki. Yalnız benim hatırladıklarım akşamüzeri Kavaklı Çeşmesinin yanına giderdik annemlerle beraber. Burada seyretmekten zevk alacağım olaylar başlardı. İşte bunlardan bazıları. Akşam üzerleri köylüler işlerinden dönerken ağır malzemelerini koydukları kağnı arabalarının tekerleklerinden çıkan acı dolu sesleri gelirdi kulağımıza. Bunu duyunca ben görmek için can atardım gelen şeyin ne olduğunu anlamak için.Yanımıza yaklaştığında kendisinden iki kat fazla gösteren bir malzeme yüklenmiş olduğunu görürdük. Bunlar ağaç dalları veya tepeleme yüklenmiş samanlar olurdu ve bu kadar fazla yükün altında yorgunluktan bağırıyor gibi gelirdi kağnı arabası ilk göründüğünde. Annemlerde bu gelen falancanın arabası diye söylerlerdi. Anlatılana göre her kağnının sesi farklıymış. Dolayısı ile kağnıların bu acı dolu inleyen seslerinin nağmeleri ile sahibinin kim olduğu anlaşılırmış. Bu tekerleklerden çıkan gıcırtıyı yani sesi arttırmak için ise dingil denilen kısımlara tekerleğin geçtiği yerlere kömür tozu sürerlermiş sürtünmeden dolayı yüksek ses çıksın diye. Yine bu zamanlarda akşam üzerleri suyun başına develer gelirdi otlamaktan. Bunları sulamak için kullandıkları yalakların içerisine toz gibi bir şey katarlardı. Sonradan bunun tuzlu kepek olduğunu öğrendim. Deve suyun başına geldiğinde sahibi olan kişi suyun içerisine kepek serper ondan sonrada çok hoş bir ıslık çalarak içmesini sağlardı. Bu hayvan dinlene, dinlene içerken bende seyrederdim. Sırtlarındaki hamutlara bağlı olan çanlar langır,langır diye öterdi. Bu çanların sesi de birbirlerine benzemediğinden çan sesini duyanlar devenin kime ait olduğunu anlarlarmış. İnsanlar kağnıların ve develerin çanının sesinden etrafta kimlerin bulunduğunu rahatça anlayabilirlermiş. O zamanlara göre gelişmiş bir haberleşme mi desek, yoksa bir birlerini kontrol etmek mi desek bilemiyorum varın siz bir isim bulun artık. Deve deyince bazı arap ülkelerinde olduğu gibi aklınıza develerin üzerine binmiş olan insanlar aklınıza gelmesin. Ben hiçbir zaman develerin üzerine binmiş olan insanlar görmedim. Bir dağ ve Yörük köyü olduğu için burada çok deve vardı. Bütün hizmetler bunlara gördürülüyordu. Başka bir eğlence v.s olmadığından insanların eğlenceleri bile bu hayvanlar ile ilgili olup yarışmalarında bile deve vardı. Bunların mevsimi geldiklerinde güreş yapmaları vardı. İşte bu güreş yapanlardan bir tanesinin hikayesini anlatırdı annem. Bu bahsedeceğimiz hayvan daha Dorum (deve yavrusu) halinde iken Çerkez (tam adını bilmiyorum) de genç bir delikanlı imiş. Çayırda fırsat buldukça dorum ile oynarlar güreşirlermiş. Bütün günlerini beraber geçirirlermiş.Kuş üzümü ve badem ile beslemekte imiş bu dorumu. İkisi de büyüyünce yine birbirlerinden ayrılmamışlar. Bu bizim ufak dorumda kocaman cüsseli bir TÜLÜ olmuş. Bizim Tülü öyle bir hayvan olmuş ki güreşlerde kimse yenememiş. Görenler bir bakınca bir daha alamazlarmış gözlerini üzerinden. O güzel hayvanda bu bakışları anlar daha bir kasılarak yürüyüp geçermiş insanların arasından. Anlatanlar bunun çok akıllı bir hayvan olduğunu söylerler ve mutlaka gözlerinden bir iki damla yaş akıtarak devam ederlerdi anlatmalarına. Güreş esnasında da ustalığının yanında bütünüyle aklını da kullandığından seyrine doyum olmaz bir oyun çıkarırmış ve köyünde gururu olmuş haklı olarak. Herkes bu deveye gıpta ile bakar köylü de Yukarıokçuların Tülü’sü dendikçe gurur duyarlarmış bu muhteşem hayvandan dolayı ve öyle ki güreşler yapılacağı zaman bütün köy inermiş Kaleye (Çanakkale’ye) bu güreşi seyretmek için. Daha güreşler başlamadan bütün köy halkı dualar okuyarak bu baş pehlivanlarını olası kem gözlerden korumak amacıyla nazar duaları okurlarmış. Güreşlerin yapıldığı yerde develer kendilerine ayrılan yerlere alınarak sıranın kendilerine gelmelerini beklerlermiş sahiplerinin ihtimamı ve taraftarlarının tezahüratı ile birlikte. Develer güreş için beklemekte iken ağzından köpükler çıkararak daha bir alımlı kasılarak sanki “en büyük benim “ der gibi bir havaya girerler. Bu duruma “hayvan yeterince kızmış” diyerek bir anlam verirlerdi. Belki de karşı tarafa bir göz dağı idi bu hareketler. Çerkez’in Deve denilen bizim meşhur pehlivanımız güreş alanına geldiği zaman diğer deve sahipleri ne yapacaklarını şaşırırlarmış. Karşısına rakibi çıktığında akıllıca hareketler yaparak bütün hünerlerini gösterip onu yenerek hakkedermiş en büyük olduğunu. Hep üst üste aldığı galibiyet ile diğer rakiplerin korkulu rüyası olmuş. En son yaptığı güreşi anlattılar da hem hayran oldum, hem de daha farklı bir şeyler algıladım. Sizler ister tesadüf deyin isterseniz daha farklı şeyler yorumlayın. İşte bu son yaptığı güreşte saha kenarında sıranın kendisine gelmesini bekler iken dört bacağını yanlara iyice açıp başını biraz geriye atıp gururla dimdik durması hala anlatılmaktadır. Bildiğiniz gibi deve biraz kızgın olduğunda bacaklarını yanlara iyice açarak dikilir, bu hem kendisine daha heybetli bir görünüm verir, hem de yere daha sağlam basarak dengesini sağlamlaştırır. Hatta bizim köyde bu konuda bir söz de vardır. “Deve gibi apışma” derler. Neyse devam edelim kaldığımız yerden yazmaya. İşte Çerkez’in Deve bu şekilde beklemekte iken rakibi olan deve ağzından köpükler çıkararak başını bir sağa bir sola sallayarak durduğu yerde duramaz dolaşır dururmuş etrafta. Hemen aklımıza geldiği için buraya alınmasında yarar var sanıyorum. Yine bu bölgede çok kullanılan bir söz vardır ve “Pehlivan deve gibi dolaşıp durma” derler. Anlayın artık bu taraflarda devenin kültürümüze girdiğini. Güreşe devam edelim konuyu fazla saptırmadan. Ağzından köpükler çıkararak etrafta dolaşan rakip deveye sadece bakmakla yetinmekteymiş Çerkez’in devesi. Hem de başını hiç çevirmeden sadece gözleri ile takip etmekteymiş onun bu hareketlerini kısık gözler ile sanki “birazdan ben sana gösteririm” dercesine. Neyse sıra bizimkilere geldiğinde meydan boşaltılarak bizim pehlivanları almışlar ortaya kozlarını paylaşmaları için. Karşı karşıya geldikleri zaman rakip devemiz yine ağzından köpükler saçıp uzun boynunu sağa sola sallayarak etkileyip korkutmaya çalışmaktaymış bizim pehlivanı ama buna karşın bizim Tülü hala hareketsiz bir şekilde izlemekteymiş onu sadece bacaklarını biraz daha yana doğru açıp iyice apışarak dengesini biraz daha sağlamlaştırmış olarak. Rakibinin hareketlerini izlemenin yanında kendisine yapılacak olan ilk saldırıyı beklemekte olan Tülümüz, üzerine atılan deveyi bir boyun hareketi ile yana savurduktan sonra bacaklarını yanlara daha fazla açarak boyunu bir parçada olsa kısaltıp birazda uzun boynunu aşağıya eğerek rakip devenin altına iyice sokulur ve hatta bir iki küçük ama seri hamle ile uzun boynunu daha da ileriye uzatarak taa omuzlarına kadar girer hayvanın altına. İşte bu anda omuzlarından ve yere iyice apışarak açtığı kalın ve adaleli bacaklarından aldığı kuvvet ile altına girdiği deveyi havaya kaldırır ve istediği şekilde olmadığını kabul ederek bacaklarını da toplayarak daha bir yükselir boynunun üzerinde rakip deve ile birlikte. İşte şimdi çok daha muhteşem görünmekte Tülümüz. Omuzun üzerinde rakibi ile birlikte şöyle bir çeyrek tur döndükten sonra ön bacaklarından birisini karnına doğru çekip tarafa doğru eğilerek sert ve kısa bir silkinme ile üzerindeki kocaman deveyi yere atıp hayvanın daha kendisini toplamasına fırsat vermeden dizini hayvanın boynuna bastırarak hemen üzerine çullanıp ezmeye başlar. Bu gören güreş heyeti ve deve sahipleri develeri ayırmak için hamle yaparlar seri bir şekilde çünkü alta düşen hayvan acı feryatlar ile böğürmektedir sanki “kurtarın beni” der gibi. Deve sahipleri ve hakemler ile birlikte etrafta bulunanlarda develerin üzerine atılarak ayırmak için aralarından kalın bir halat geçirmeye çalışırlar, daha sonra hep birlikte bu halatlara asılarak hayvanları ayırmak için. Tahmin ettiğiniz gibi gene bizim meşhur devemiz baş pehlivan olarak ayrılmıştır sahadan hem de ezici bir galibiyet ile. Bu galibiyet yılları devam etmiş. Bu arada güreşler için çok iyi hazırlanmış diğer deveciler, bütün galibiyetleri aldığı gibi hediyeleri de alan bu pehlivan deveye kin gütmeye başlamışlar. İşte bu son güreşteki galibiyetten sonra üzerine halı atmak bahanesi ile (galip gelen devenin üzerine galibiyet simgesi olarak halı serilir, Altın kemer gibi) yaklaşarak hayvanı bıçaklıyorlar. Bir anda canı yanan hayvan huysuzlaşıyor ama yarası, üzerinde bulunan Hamutun altında kaldığından ilk başta fark edilemiyor. Çıkan kanıda hamut ve halı emdiğinden uzun süre fark edilemiyor hayvanın yaralı olduğu ve köye dönmek için yola çıkılıyor. Çanakkale’den oldukça uzaklaştıktan belirli bir süre sonra fark ediliyor hayvanın yarası ve bu süre zarfında yaralı hayvan oldukça kan kaybederek gücü kalmayarak yığılıyor yere. Yaralı kısım fark edilerek tedavi edilmeye başlanıyor, akan kan durduruluyor, gerekli ilk yardım yapılıyor ve çok zor şartlar altında köye getiriyorlar yaralı hayvanı. Zavallı hayvan etrafındakilere gözlerinden yaşlar süzülerek sanki “beni kurtar” der gibi bakarmış. O zamanlar veteriner v.s gibi görevlilerde bulunmadığından yaşlı köylülerin tecrübelerine dayanarak hayvanın yarası tedavi edilme yoluna gidiliyor. Bu arada zaman geçmiş Çerkez denilen deve sahibi vefat etmiş. Kuş üzümü ve badem yedirip yaraları tedavi edilerek yemeği yanına getirilip orada yedirilmiş. Sonunda yaraları kapanmış hayvan canlanmış ayaklanmış. Artık kendi ihtiyacını görmeye başlamış. Fakat bu hayvana yük vurulması veya tekrar güreşmesi imkansız bir hal almış sakat kalmış yani sizin anlayacağınız. Yaralarından dolayı normal olamamış bir daha. Sonunda hayvan ayaklanıp yaralı iken kaybettiği kuvvetini geri aldıktan bir süre sonra eski günlerine döndüğü gerekçesiyle güreşe sürülmesine rağmen bir daha o eski günlere dönemiyor. Güreşemiyor kuvvetini kaybedip kasları zayıfladığı için. Bu hali ile yük taşıma v.s gibi işler de yapamayacağından bir kasaba satılıyor kesilmek üzere. Salhanede kesilip sucuk yapılacakmış. Neyse hayvan salhaneye götürülmek üzere hazırlanıp köyden yola çıkılacağı zaman daha evvel hiç olmadığı şekilde huzursuzlaşmaya başlar. Etrafında bulunan herkes yardım etmesine rağmen bir türlü zapt edemezler bizim pehlivan devemizi. Bütün uğraşlara rağmen deveyi bir türlü zapt edemezler. En sonunda etrafındakilerin ellerinden kurtulan deve etrafına bile bakmadan koşar adımlar ile doğruca mezarlığın yolunu tutar bir yandan ağzından köpükler çıkarıp, diğer yandan acı böğürtüler saçarak. Telaşlı bir koşuşturma ile sağa sola hamleler yaparak yoluna devam ederek en sonunda aradığı yeri bulur. Bu Çerkez’in mezarıdır. Mezarın yanına yatan deve bir yandan ağzından acayip sesler çıkartarak yattığı yerde bağırmaya devam etmekte iken bir yandan da uzun boynunu mezarın üzerine uzatarak sanki içindekine sarılmak istermiş gibi hareketler yapmaktaymış. Ne anlatmak istediğini anlamış tabi o anda etrafında bulunanlar. Bazıları “bakın sizleri Çerkez’e şikayet ediyor” dermiş bazıları da hayır öyle değil “beni kurtar” diyor derlermiş. Seyredenlerde hal kalmamış ağlamaktan. Bu olayı aktaranlar hala göz yaşlarını tutamazlardı olayı anlatır iken. Bu yürek paralayıcı homurtular ve sağa sola yapılan hareketler bir zaman sonra son bulur çünkü deve de kıpırdayacak ve ses çıkaracak hal kalmamıştır. Uzun boynunu mezarın üzerine uzatarak sessizce kalır bir süre burada bazılarına göre derinlerden gelen bir sese kulak veriyormuş gibi bazılarına göre de dinlenmeye çalışıyor gibi. Mezarın üzerinde bir süre sessizce kalan bizim eski pehlivan devemiz ani bir hareketle yerinden kalkarak yüzünü mezara son defa sağlı sollu sürüp etrafındakileri kısık gözleri ile şöyle bir süzdükten sonra güçlü adımlar ile mezarlıktan çıkıp köyün içinden geçip yürümeye başlıyor, etrafına bile bakmadan Çanakkale’ye doğru. Kaleye gelindiğinde başkaca yol olmadığından mutlaka şehir içinden geçilmesi gerekirdi. Güzergah şöyleydi. Jandarma alayından sonra Balıkesir yolu denilen kısımdan şimdiki Boğaz Komutanlığı yanından dönülerek Hastanenin önünden geçilerek İzmir yolu denilen şimdiki Demircioğlu Caddesine paralel olan müftülük sokağından ilerleyip öyle varılırdı Koca köprü’ye. Salhane Çanakkale’nin çıkışında olduğundan Koca köprüden geçilerek gidilmesi gerekir. İşte tam olarak köprünün harmanlık tarafından çıkışta (şimdiki avcılar kulübün olduğu yer) eğer kafanızı kaldırıp biraz geriye doğuya doğru bakarsanız Yukarıokçular köyü görünür yüksek tepenin üzerinde bütün güzelliği ile. İşte tam bu noktaya gelince koca tülü durup apışarak kafasını şöyle bir geriye çevirip uzaktan görünen Yukarıokçular köyüne uzun, uzun baktıktan sonra gözlerinden süzülen bir sıra yaşlarla beraber uzun boynunu uzatarak sahibine sarılıp bir süre öyle kalıp tekrar doğrulup hiçbir tarafa bakmadan doğruca yoluna devam etmiş salhaneye doğru hızlı adımlar ile. Buraya kadar anlatılanları birebir yaşayıp görenler var ve köyün erkekleri bu anlatılan yere kadar hep beraber gelmişler fakat burada hiç kimsede dayanacak güç kalmadığından daha ileriye devam edemiyorlar ve burada, olayları gelişine bırakarak geri dönüyorlar. O akşam erkekler köye döndüklerinde bu olayı ailelerine defalarca anlatıyorlar. Yani bu anlatılanları birebir yaşayanların ağzından bir çok kez duyuyorlar. Zaten anlatan kişilerden bu noktadan sonrasını gören yok. Koca köprüden sonra devenin yanında beraber yürüyecek hal kalmıyor kimsede. Herkes dizlerinin bağı çözülmüş gibi kalakalıyor orada. Anlattığım bir hikaye veya masal değil aynı ile vaki bir olaydır. Her bir saniyesi yaşanan bu olayda devenin insan gibi bazı hareketler yapması mutlaka mümkün değil bunlar deveye özgü bazı hareketlerin farklı algılanış biçimidir. Fakat ne olursa olsun diğerlerine göre oldukça akıllı bir hayvan. Yolculuğun Buradan sonrasını gören yok demiştik. Elbette olamaz mezbahada kesildikten sonra kasap tarafından sucuk dolduruluyor. Bu arada en lezzetli sucukların Deve etinden yapıldığını biliyor muydunuz?
Madem söz buradan açıldı bizde Çanakkale halkının hayatında önemli bir yer tutan ve zamanı geldiğinde herkesin buraya koştuğu deve güreşlerinden bahsedelim. Güreş zamanı geldiğinde Çanakkale’ye başka yerden develer gelmeye başlardı. Bu güreş sanırım kışın yapılırdı çünkü güreşlere gittiğimizde biraz kalın giyinerek giderdik. Birde biz okulda iken ana cadde üzerinden deve kervanlarının geçtiğini görürdük duyardık. İzmir yolu üzerinde Çanakkale’ye doğru giden ve LÖK denilen develer kendileri görünmeden önce çanlarının sesleri gelirdi O zamanın tabiri ile. Löngüdük!!! Löngüdük!!!! diye. Daha sonra kendileri de görününce eğer teneffüste isek taş duvar boyuna sıralanarak bakardık bu azmanlara. Onlarda sanki seyredilmekten gurur duyarlarmış gibi kasılarak geçerlerdi kafalarını yukarıya kaldırıp bir sağa bir sola sallayıp ağızlarından köpükler çıkartarak. Yalnız bunların ağızlarına telden yapılmış yuvarlak ağızlıklar takılırdı nedense. İşte bu zamanlarda deve kervanları gelmeye başlar ve koca köprünün altlarında bir yerlere konaklarlardı. Bu develer geldikleri yerlere göre adlandırılır ve o şekilde söylenirdi. Biga’nın devesi veya Bayramiç’in devesi Bergama’nın devesi v.s gibi. Bunlar sahipleri ve önlerine katılmış bir eşek tarafından çekilerek günlerce süren bir yolculuktan sonra varırlardı buraya. Birkaç gün burada yani konakladıkları yerde dinlendikten sonra hazır olunca güreşlerin yapılacağı yere getirilirlerdi. Çimenlik kalesi denilen yerde kapılar tutulur ve içeriye girenlerden belirli bir ücret alınırdı. Herkes çoluk çocuk ailecek buraya gelinirdi. Bizde ailecek bir kere gittiğimizi hatırlıyorum. Daha sonraki zamanlarda ben arkadaşlar ile birlikte giderdim. Orta yerde geniş bir alan boş olarak tutulur etrafına güreşecek olan develer sıralanır ve sahipleri tarafından yerlere çakılan kalın kazıklara bağlanırdı bu develer. Daha beride ise kot farkı olan daha yüksekçe olan yerler vardı buraya da genel olarak ailecek gelenler toplanırlardı biraz uzak olmasına rağmen her şeyi görme imkanınız vardı ve diğer taraflara göre de daha emniyetli idi. Daha çok meraklı olanlar ve aile reisleri aşağıya develerin hemen yanlarına giderek buradan seyretmeyi uygun görürlerdi. Bu anlatılanlardan sonra eğer bir yerde bu kadar kalabalık var ise çevresinde de elbette ki seyyar yiyecek satıcıları bulunur. Bu satıcılar genelde köfte ekmek veya sucuk ekmek gibi yiyecek satanlardı. Bu arada simitçileri saymaya gerek yok elbette. Seyyar köftecilerin kurdukları tezgahları üzerlerinden etrafa savrulan pişmekte olan köfte veya sucuk kokusundan aç olmasanız bile mutlaka gider alırdınız ekmek arasında yağları akan köfteler ve yanında doğranarak maydanoz ile karıştırılmış bol soğan ile birlikte. Bir ızgara üzerine sıralanan köfteler altında yanan korların ateşi ile yavaş, yavaş pişer iken kor üzerine yatırılmış bir miktar kuyruk yağı kendi halinde yanmaya başlayınca etrafa insanı delirten ve açlığını fazlası ile hissettiren bir koku yayılırdı. Zaten bu işleri iyi bilen köfteci esnafı tezgahlarını rüzgar üzerine kurarlar ve esen rüzgar buradaki kokuyu alarak en uçtaki insanların bile duyabileceği gibi etrafa dağıtırdı. Reklam yapmaya gerek yok işte bedava rüzgar bunu fazlası ile yapmaktaydı. Bu köfteciler birde evde yaptıkları ayranları veya limonataları da hemen yan taraftan aldıkları bir cam bardak içerisine koyarak ikram ederler, geri dönen bardağı hemen tezgahın yanında üzerinde bir musluk olan bir tenekeden akan su ile, şöyle bir çalkalayarak sözde yıkayıp tekrar ikram ederlerdi. Temizliği ne arayan vardı ne uygulayan. Limonatacılar ise kocaman bir kovanın içerisine doldurdukları limonatayı tabanı delinmiş bir şişe ve bu şişenin ağzına sıkıca geçirilmiş bir boru vasıtası ile servis ederlerdi. Şişeyi kovaya daldırdıklarında limonata ile dolan şişe dışarı çıkarılır iken ağzındaki borunun ucu baş parmak ile kapatılır bu durumda şişeden akma olamaz. Elinize bir boş bir bardak verirler ve siz bunu tutunca da şişeyi bunun üzerine getirip baş parmağınızı biraz gevşettiğinizde şişedeki limonata bardağınıza dolmaya başlar bardak yeterince dolduğunda baş parmak borunun ucunu kapatarak akmayı durdururdu. Bu birkaç kişi yan yana olduğunda şişe birinden diğerine geçirilerek manzarası hoş bir görüntü çıkardı ortaya.
Biz gene güreşlere devam edelim. Güreşecek olan develer sıra ile ortaya çıkartılır ve yan yana getirilir. Bunlar önce birbirlerinin etrafında dolanarak gövde gösterisi yaparlar ağızlarından köpükler saçılmaya başlardı. Köpük dolu ağızları ile acayip sesler çıkarırlar başlarını önce yukarıya sonrada geriye doğru yatırarak devam ederlerdi bu hareketlerine. Daha sonra güreşmeye başlarlar ve bu güreşleri de sadece bedenen değil akıl dolu hareketler ile yaparlardı. Bunda en hareketli ve oyun yapan organ boyun idi. Bu her tarafa uzanabilen boyun ile sarmayı yapar daha sonrada ayak oyunları ile güreşi devam ettirirlerdi. Bir devenin zor durumda kalmış olan rakibine resmen çelme takarak düşürdüğünü görebilirdiniz. Bazen de rakibine boynu ile öyle bir Kapan vurur ki, rakibin kımıldaması imkansız hale gelirdi. Bu durumda etraftakiler bunları ayırırlar ve kurtulan deve, ya daha bir hırs ile güreşe devam eder ya da kurtulması ile meydandan kaçmaya başlardı. İşte bu durum en tehlikeli bölümdü. Etrafta güreşi seyretmekte olanlar bu kaçan develerin altında kalarak yaralanır ya da kaçanlar tarafından ezilirlerdi. Kapana sıkışmış olan deve, hakem heyeti tarafında ayrıldığında o deve yenik sayılırdı bunun için zorda kalan deveyi kapandan kurtarmak için sahibi ile beraber artık kurtulmasının imkansız olduğuna karar verilirdi. Bazen de “deve sahibi benim Lök bu kapandan kurtulur sakın ayırmayın” derdi. Fakat hayvanın hayatı tehlikeye girer ise ayırırlardı. Boynu ile diğer hayvanı kapana alan deve bir çelme yardımı ile diğerini düşürür ondan sonrada altta kalan boynunun üzerine bütün ağırlığı ile yüklenirdi nefes alamayan deve bağırarak bundan kurtulmaya çalışır, yada fırsatını bularak ısırır muvaffak olamayınca da hakemler ayırırdı. Deve çok akıllı bir hayvan bundan dolayı da dediğimiz gibi akıl ile güreşirdi. Görülmeye değer. Şimdi hala bazı yörelerde yapılmakta. Keşke imkan bulabil sekte tekrar seyretsek. Devenin ne kadar akıllı olduğunu anlatmıştık bunun yanında deve çokta kinci bir hayvandır. Yapılan kötülüğü hiçbir zaman unutmaz ve fırsatını yakaladığında mutlaka intikamını alır hem de çok acı olarak. Aynen şimdi anlatacağımız gibi. Yine annemin anlattıklarından bir olay; Şimdi kim olduğunu bilemeyeceğim. Köyden birisi bir devenin böyle bir gazabına uğramış. Bu kişi sahibi olmadığı halde bahsi geçen deveyi sopa ile dövmüş. Sanırım hayvanlar su içmeye çalışır iken olmuş bu olay. Hayvanlar su içmekte iken birisi gelerek araya kendi hayvanlarını sokmak isteyince develerden birisi ne yaptıysa bu kişi deveye saldırarak elindeki sopa ile vurmaya başlamış. Bu olaydan sonra çok kızan deve adamın üzerine yürüyünce etraftakiler devenin iplerini çekerek onu saldıramaz duruma getirmişler. Bu arada aynı adam elindeki sopa ile tekrar vurmaya başlamış. Buna daha çok kinleşen deve fırsat kollamaya başlamış. Birgün sahibi bu deveyi kendi tarlasına otlaması için bırakmış. Daha evvel kendisini sopa ile döven adamda kendi tarlası başka tarafta olmasına rağmen bir iş için burası kestirme olur diyerek bu tarlanın içerisinden geçmeye karar vermiş. Karşıdan tarla içerisinde gölgeye yatmış vaziyette duran deveyi görmüş ama biraz sonra anlatacaklarımızın olacağını hiç düşünememiş daha doğrusu bu devenin o olacağını aklına bile getirmemiş. Haydi artık gerisini de anlatmaya başlayalım. Tarlada bu kişiyi yalnız yakalayan deve bunun peşine düşer yakalamak için. Köylünün kaçabileceği hiçbir yok sadece karşıda tarlanın kenarında yüksek ağaçlar var ve oraya kadar koşarak yetişmesi lazım. Deve bunun peşine düşünce adam önde kaçmaya başlıyor, amacı ağaçlara yetişip üzerine çıkmak. Fakat siz devenin hantal olduğuna bakmayın uzun bacaklarından dolayı oldukça hızlı koşabilen bir hayvandır. Adam kaçar iken baktı deve kendisine yetişecek ve gücüde tükenmek üzere daha fazla kaçamayacak hem üzerindeki ağırlıktan kurtulmak hem de deveyi bir anlıkta olsa şaşırtıp takipten vazgeçer diye hemen üzerindeki paltosunu çıkararak yere atıyor ve koşmaya devam ediyor. Paltonun yere düştüğünü gören deve bu paltonun olduğu yere gelerek üzerine dizleri ile oturarak ezmeye başlıyor hem dizlerinin üzerinde sağa sola hareketler yaparak bağırıyor, hem de böğürmeye benzeyen sesler çıkararak homurdanarak parçalara ayırıyor paltoyu. Kaçmakta olan kişi bir an da olsa devenin takibinden kurtularak kaçmasına devam ederek eriştiği ağaçlardan birisinin üzerine çıkarak takipten kurtuluyor. O adam öyle zannediyor. Altında ezmekte olanın adam olmadığını anlayan deve daha fazla homurtular çıkararak kalkıp tekrar adamın peşine düşüyor. Etrafta vahşice dolanarak adamın üzerine çıktığı ağacı buluyor. Ağacın etrafında sinirli hareketler ile dolaştıktan sonra bazen ağacı dişleyerek bazen de bütün gücü ile ağaca yüklenerek ya ağacı yıkmayı yada üzerindekini düşürmeye çalışıyor. Ağaç sağlam olduğundan çok uzun bir zaman sonra ağaç ile uğraşmayı bırakarak adamı görebileceği bir yere yatıp gözlerini de adama dikerek beklemeye başlıyor. Neyse akşam oluyor ve etrafı gecenin karanlığı kaplıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde adam ağaçtan inmek için birkaç teşebbüste bulunduğunda her defasında deve çabucak ayaklanarak homurdanmaya başlıyor bundan dolayı kaçma emekleri boşa gidiyor. Ertesi gün uzaktan birilerinin geçtiğini gören adam ıslık çalıp bağırarak yardım istiyor fakat devenin yanına kimsenin yaklaşması mümkün değil. En sonunda sahibi bulunarak getiriliyor ve hayvan yakalanıp bağlanarak etkisiz hale getirilip adam kurtarılıyor. Yaşlı köylülerden bir tanesi yaşanan bu olay üzerine adama ve devenin sahibine “Bu olay burada bitmedi. Aynı köyden olduğunuza göre bu deve er geç bu adamdan intikamını alacaktır. Bunun için ya sen bu köyü terk edeceksin, ya deve terk edecek” diyor. En sonunda hayvanın satılmasına kara veriliyor ve tehlike atlatılmış oluyor. Yalnız burada tam olarak hatırlayamadığım bir olay var. Deve kesilerek sucuk yapılıyor ama galiba bu deveyi saldırıya uğrayan aynı kişi parasını vererek satın alıyor ve kestiriyor. Devenin kesildiği kesin de kimin alarak kestirdiğini tam olarak hatırlamıyorum. İşte böylece devenin intikamını da anlatmış olduk. Tam bir sinema filmi macerası çıkar yani. Yine böyle Yukarıokçular köyüne gittiğimiz birisinde annem beni Okulun Lojmanına götürdü. Orada kadınlar oturup konuşuyorlardı. Çaylar ve kurabiyeler yapılmıştı. Fakat beni asıl ilgilendiren şey masanın üzerinde duran acayip aletti. Hayatımda ilk defa bir Gramofon görüyordum. Yan tarafında çanta gibi bir şeyin içerisinde siyah ve yuvarlak plaklar vardı. Yine parlak ve metal bir kutunun içerisinden bir tane çivi gibi bir şey alıyordunuz bunun adı iğne imiş. Aletin kolu üzerindeki yerine bu iğneyi taktıktan sonra döner tablanın üzerine plağı yerleştiriyorsunuz. Aletin yan tarafında bulunan bir kolu sertleşip dönmez hale gelinceye kadar çeviriyordunuz. Aletin ucunda özel bir iğne takılı olan kolunu plağın üzerine koyduğunuz zaman plak dönmeye başlıyor ve üst tarafta bulunan bir borunun içinden de müzik ve ses yükseliyordu. Aklımda kalanların bir tanesi plakların çok ağır olmasıydı. Teknoloji yavaş, yavaş gelişiyordu. Bu köydeki hatıralarımda kalan bir konuda yalnız bu olay daha sonraki zamanlarda bir şeydi. Kaldığımız evin karşısında gece bağrışmalar olunca uyandık. Tam karşımızdaki bir bina yanıyordu. Evlerin çatıları ottan yapılmıştı. İnsanlar kovalar ile su taşıyarak söndürmeye çalışıyorlardı. Sonra söndürdüler mi yoksa yanacak bir kalmayınca kendisi mi söndü bilmiyorum. Haydi olay hep burada devam etmekteyken yine köyden bir hikaye ile olayı bitirelim. Köy de yapılan düğünlerden birisinde ine bu Alici dediğimiz kişi artık az evvel bahsettiğim kişimi yoksa onların büyüklerinden birisimi bilmem. Köy düğününde yemekler toplu halde yenir. Kadınlar bir yerde erkekler başka yerde yer yemeklerini. Ali de kucağında çocuğu olduğu halde yemek yemeğe çalışıyormuş. Tam kaşığını doldurup ağzına atacak kucağındaki çocuğu uzanarak “Ali'nin kolunu tutarak kendi ağzına götürüyormuş. Bir İki Üç..” bu böyle devam ediyor gidiyor bizim Ali daha fazla dayanamamış, kucağındaki çocuğu omzunun üzerinden arka tarafa attığı gibi yemeye devam ediyor. Görenlerin anlattığına göre çocuğun şöyle bir havalandığını ve arka taraftan Paat! diye bir sesin geldiğini anlatıyorlar. Zaten her şeye pratik bir çözüm bulmasıyla ünlü biri.
Yukarıokçular köyünden aklımda kalan bir şeyde akrabalardan birisinin evinde çok fazla keçi vardı. Bu keçinin erkeği olan teke çok kötü kokar. Ben bu kokuya tahammül edemez dolayısı ile bu eve girmek istemezdim. Konuşmalar esnasında savaştan bahsedilirdi. Bu köyden savaşa giden iki kişi anlatılırdı. Bahsedilen savaş Kore savaşı idi. Türkiye’nin her tarafından Askerlerin gittiği gibi tabi ki bizim oralardan da gidenler olmuştu. Bahse konu iki kişiden birisi biraz havalı zengin birisi. Diğer kişi ise köyün garibanlarından birisi. Bunlar askere aynı zamanda gittikleri gibi Kore’ye gitmek içinde aynı kurayı çekiyorlar. Daha evvel köyde az evvel bahsettiğimiz kişi tarafından fakirliğinden dolayı küçümsenen kişi ile beraber aynı bölükte savaşmak zorunda kalıyorlar. Orada neler oldu nasıl gidildi ne zorluklar yaşandı bilemiyoruz. Sadece anlatılanlar bizim anlattığımız kişiler, ikisi de aynı bölüğe düşüp beraber savaşıyorlar. Bir gün bunların bölük taarruza geçiyor. Bizim biraz havalı olan dediğimiz kişi diğer arkadaşının arkasına saklanarak gitmeye başlıyor. Bu arada nereden geldiği belli olmayan bir kurşun ile oracığa düşerek şehit oluyor. Savaşta ölümden kaçmanın anlamı yok siz saklansanız bile o gelir sizi bulur diye anlatırlardı. Bu olayda anlatılan kişilerin isimleri aklımda kalmadı ama kişiler tamamıyla gerçek.
Bu köyden bir anı daha...Eskiden köydeki düğünler esnasında güreşler de yapılırdı. Düğün sahibi kendi gücüne göre ortaya bir ikramiye koyardı. Bu genelde canlı hayvan olurdu. Bu bir deve, düve,toklu,koç, öküz vs. gibi anılan hayvanlardı. Bu köyün ortak bir alanında toplanılarak bu ortaya konulan hediyeyi almak amacıyla kurallarına göre güreşirler kazanan kendi kilosuna denk gelen hediyeyi alır giderdi. Yapılan güreşi seyretmek için civar köylerden de insanlar gelirdi burası biraz daha hareketlenirdi. Zaten bu olay günler evvel duyulur ve işte falanca köyde “güreşli düğün varmış” denilerek buraya, düğüne davetsiz bile olsanız sadece güreş seyretmek amacı ile gidilirdi. Birde işte “bu güreşe falanca kişide katılıyormuş. Bu iyi güreşçidir görülmeye değer diyerek” konuşulurdu. Yalnız o zamanlar adı geçen, o zamana göre ünlü güreşçilerden hiç birisinin adını hatırlamıyorum. Aklıma gelir ise yazarım buraya. Ya da sorup öğrenerek aktarmaya çalışırım. Güreşlere katılım ne kadar büyük olur ise etraf ta o kadar hareketli olurdu. Seyyar satıcılar olarak çerezciler, bu gün bijuteri dediğimiz ucuz küpe bilezik v.s. satanlar gibi satıcılar da dolardı. Güreş alanını erkekler çepeçevre olarak sararlar ve kimisi ayakta kimisi çimlerde oturarak seyrederlerdi. Bu arada Yaklaşık olarak güreş sahasının dörtte üçünü kapatırlar ve dörtte birini boş bırakırlardı. Şimdi sıkı durun. Burası kadınların güreşi izlemesi için boş bırakırlardı. Kadınlar güreş alanına giremezlerdi ama boş bırakılan yönden geride bulunan bir damiste’den (dam üstü, binanın üzeri) yada buranın avlusundan yüksek bir yerden seyrederlerdi. Erkekler bu doğrultuyu kapatmazlar ve kadınların izlemelerini engellemezlerdi. Ben bunu Yukarıokçular köyünde gördüm ve yaşadım. Kadınlara bu güreşleri izleme imkanı sağlanırdı. Şimdilerde erkek doktora bile gitmeyen veya göndermeyen zihniyet acaba kadınlara bu imkanı verir mi siz düşünün. Bizlerin büyükleri kırk yıl önce çok daha modern düşünceye sahiptiler hem de köyde.
Yine bu köyden bir anı daha. Annemin genç kız olduğu yıllarda köye Karagöz gelirmiş. Kahvede bir köşeye gerilen bir beyaz çarşafın arkasına yakılan gaz lambaları ile oynatılır köylüde seyredermiş, bir akşam erkeklere bir akşamda kadınlara olarak. Karagöz öncesi ufak sihir numaraları biraz meddahlıkta yaparlar ondan sonra oynatırlarmış. Hatta bazen birkaç gün köyde kalarak her akşam ayrı bir oyun bile yapanlar olurmuş. Zaten yörüklerin işlerinden arta kalan zamanlarında eğlence için çeşitli etkinlikler yaptıklarını biliyoruz. Ben bu eğlencelere pek yetişemedim ama rahmetli annemin anlattıklarından yola çıkarak bazı olayları aktarır isek faydalı olur. Düğünlerde yapılan eğlence ile ilgili olarak anlattıkları arasında benim dikkatimi çeken yere yatan bir kişinin üzerine yorgan gibi bir şey örterek sadece el ve kollarının açıkta kalması sağlanır imiş. Bu açıkta kalan ellerine tahta yemek kaşıklarından yapılma kuklalar yapılarak hemen yanında bulunan ikinci bir kişinin yaptığı müzik eşliğinde bu kuklaları oynatarak eğlendirirmiş insanları. O zamanlar bu tür işleri yapanların az olması ve eğlencenin hemen hiç olarak bulunduğu bir ortamda bu tür eğlencelerin ne kadar değerli olduğunu bir düşünmekte yarar var. Şimdilerde bunlar hemen hemen tamamıyla unutuldu ama ben unutulmasın diye bu tür şeyleri yazıya aktararak şimdilik olsa da anılara bir şeyler katmaya çalıştım. Aklımıza geldikçe buraya aktararak devam edeceğiz yazımıza.
Bu köyden o zamanlar çok meşhur ve civar köylerde bile oldukça sık anlatılmış bir hikaye!!! anlatalım. Önce Musa dedem oldukça zeki bir insandı ve aynı zamanda da etrafındakilere şaka yapmayı da çok severmiş. Arkadaşlarına çok sık şaka yapar herkesin buna gülmesini sağlarmış. Bir gün evin önünde odun kesmekte iken genç bir yabancı gelerek dedemin yanında durmuş ve ona hitaben “Selamünaleyküm, Ben Musa Hocayı arıyorum” diyerek yaklaşır. Dedem köyde böyle birinin olmadığını bildiğinden civar köylerden birisinin şaka yapmakta olduğunu anlamakta hiç gecikmemiş. “Ve aleykümselam aradığın benim” diyerek buyur ediyor. İkramda bulunup “Anlat bakalım ne istiyorsun” diyerek konuşturuyor misafiri. Anlatmaya başlıyor genç adam. Yakın köylerin birisinin yanında kurmuş oldukları bir çadırda yaşamaktaymışlar. Diğer insanlar ile beraber ve demir işleri (yani maşa, balta kazma v.s gibi) yapıyorlarmış imiş. O zamanki tabiri ile kullanmak gerekirse bir göçer Çingene grubundanmış. “Musa Hocam ben bizim ordan bir kızı seviyordum. Kızı bana vermediler. Bende bunun üzerine kızı kaçırdım. Fakat ailesi iki gün sonra kızı geri aldı. O köyden falanca kişi beni sana gönderdi. Bana kuvvetli bir muska yazda kız geri gelsin” diyerek anlatıyor derdini. Dedem rahmetli yapılan şakayı hemen kavrayarak onların şakasına yanıt olarak oyuna devam etmeyi yeğliyor. O zaman yaşayan insanlar eski yazı tabir edilen Arap harflerini kullanırlardı ve dedem bu yazıyı okuyup yazabilirdi. Küçük bir kağıt parçasının üzerine Arap harfleri ile “Anasını sattığımın çingenesi kaçırdığın karıyı sıkı tutsana” diye yazarak onu sanki bir muska gibi üçgen katlıyor ve karşısındaki adama vererek. “Bunu kaldığın çadırın önüne derin bir yere göm. On güne kadar karın geri gelir” deyip uğurluyor misafiri. Adam borcunu sorup ta dedem “para istemez” deyince geri döner iken o kadar hızlı koşuyor ki, o zamanki anlatım ile bacakları kıçına vuruyor. Tabi şakaya şaka ile karşılık verilmiş olay kapatılmış gibi görünüyor Ammaaaa!!! öyle değil. Bu arada hiçte beklenmeyen bir şey oluyor ve imkansız gibi görünen olay gerçekleşerek kız adama geri dönüyor. Bu muska yazma işleminden bir hafta sonra aynı adam koluna takmış olduğu pırıl pırıl parlayan yepyeni bir balta ile ağzı kulaklarına varmış bir şekilde dedemin evinin önüne gelerek “Allah senden Razı olsun Musa Hocam” diye ellerine sarılıyor ve öpmeye başlıyor sevgi ve saygı ile eğilerek. Olay gerçekleşmiş muska !!! tutmuş kadın eve dönmüştür iki gün sonra. Adam sevinçten ne yapacağını bilemez bir şekilde “Hocam sana bu baltayı yaparak hediye getirdim. Senin yazdığın muskadan iki gün sonra kız geri döndü. Allah senden razı olsun bundan sonra bütün balta ve kazmalarını ben yapacağım sana” diyerek anlatıyor her şeyi. Daha sonra bu olay, şakayı başlatanın köyünden diğer köylere de anlatılıp dağılarak olayı duymayan kalmıyor. Uzun yıllar boyu Arkadaşları Musa Hoca diyerek takılıyorlar dedeme. Allah rahmet eylesin.
Çocukluğumda büyüklerimizden dinlediğim bir iki anı daha var burada mutlaka anlatmak istediğim. Bir kere hemen aktarayım köyde eski olup kimsenin oturmadığı evlerin bacalarına leylekler yuva yaparlardı. Buraya yumurtalarını bırakan leylekler daha sonra yavruları olunca onlara, burada büyük bir ihtimam ile bakar büyütürlerdi. Günboyu sessiz olan yuvalardan akşam olunca dönen leyleklerin çıkardığı tak tak tak seslerini dinlemekte ayrı bir zevk olmaktaydı. Bu seslere köyün diğer taraflarında yuvalarını kurmuş olan leylekler de cevap verince etraf gaga sesinden geçilmiyordu ama biz çocuklar için seyretmekte keyifli oluyordu. Bir akşam üstü, uçarak yuvaya dönmekte olan bir leyleğin ağzında oldukça uzun bir yılanın kıvrılmakta olduğunu gördüm karşıdan ve yuvaya yavruları için yiyecek olarak taşınmaktaydı. Bu arada zavallı yılan hava yolculuğu yaptığının farkında değildi. Etrafımda bulunanlarda leyleğin gagasının arasında ümitsizce kıvranmakta olan yılanı görerek “sen bizim buradaki yılana denk gelseydin görürdün gününü” diyerek olayı başka bir yöne çektiler. Şimdi neydi bu bizim yılan hikayesi. Köyde çok kişinin ağzından aktarılan ve görenlerinde olduğu, anlatırken oldukça heyecanlandıkları bu olayı aktarmadan geçmek olmaz. Köydeki büyükler bu olayı daha evvel bildiklerinden evde çok sık olarak anlatılan ve “yılanların şahı” diye tarif edilen bu kocaman yılanın; bir insan belinden daha kalın olduğu ve boyunun da harman yerinin bir ucundan bir ucuna kadar!!! olduğu anlatılırdı hep. Hatta otlamakta olan bir düve’yi (dananın küçüğü) ağzına alarak hiç zorlanmadan taşıyıp götürebilirmiş. O zaman herhangi bir eğlence araçları olmadığından evlerde çok sık olarak bu tür konular konuşulur ve anlatılırmış. Annem bu yılan hikayesini bize aktardığında biz böyle bir şeyin olamayacağını bunun imkansız olduğunu söyleyip bu güne kadar dünyada böyle bir şey görülmedi duyulmadı dediğimizde o zamanı yaşıyormuş gibi ısrarlı bir ses ile “Ama ben bu yılanı gördüm” diyerek korkusunu dile getirip anlatmaya başlardı. Okula gitmekte olduğu yıllarda bir yaz günü harman yerinden köye yalnız başına gelmekte iken köyün girişinde bir yerde yol kıyısında bir hışırtı duyup o tarafa baktığında yıllarca anlatılmakta olan yılanların şahı denilen kocaman yılanın yol üzerine çıkarak karşıdan karşıya geçmekte olduğunu görünce donup kalmış. Kıpırdayamaz ve korkudan gözleri büyümüş bir şekilde yolu bölerek geçmekte olan yılana bakakalmış büyülenmiş gibi. Burada derin bir nefes alarak olayı sanki tekrar yaşıyormuş gibi devam ederdi anlatmasına. O kadar büyük bir yılan idi ki bir insan vücudu kalınlığındaki gövdesi ile yoldan karşıya geçmekte olan yılanın her hareket edişinde sırtındaki etlerinin (Kaslarının) kıpır kıpır oynadığını görebildiğini karşıdan karşıya geçmekte olan yılanın o kadar uzun olan boyunun bir türlü sonunun gelmediğini bütün bunları donmuş bir vaziyette seyrettiğini anlatır en sonunda bu kocaman yılanların şahının yolu bölerek tamamen karşıya geçtikten sonra korkudan donakalmış olan annem kendine gelerek korkunç çığlıklar atıp ağlayıp bağırarak köye doğru koşmaya başlamış. Köyde olanlar bu acı feryatlar karşısında koşarak annemi yakalayıp ne olduğunu sorduklarında ilk başta korkudan konuşamayan annem eliyle az evvel yılanı gördüğü yeri gösterip anlamsız sesler çıkararak bir şeyler anlatmaya çalışmaktaymış korkudan büyümüş gözleri ile. Kendisine bir miktar su verilerek yatıştırılmış ve sonra anlatmaya başlamış az evvel gördüğü korkunç canavarı. Olayı dinleyen büyükler hemen silahlanıp yılanı aramaya çıkıyorlar tarif edilen yere giderek. Annemin anlattığı gibi yılanın geçtiği yerin izini bulup araştırmaya başlıyorlar biraz korkarak birazda heyecanlanarak. Olayın geçtiği zamanda dedemler harman yerinde bulunduklarından onlarada haber veriliyor ve koşturarak onlarda geliyor ve bu aramaya daha sonra köyün bütün erkekleri ile birlikte başlıyorlar. Aramalar hiçbir sonuç vermiyor ve bu kocaman yılanı bulamıyorlar. Yine köyün yaşlılarından birisi “bu yılanların şahı ilbet gendini saklaa bulunmaz. O şimdi bizi görüyoo emme biz görmüyooz” diyerek olaya başka bir boyut getiriyor. Uzun aramalara rağmen bulunamadığı için aramaktan vazgeçiyorlar. Annem bu olayı her zaman yeminler ederek anlatırdı gördüğü yılanın bu kadar büyük olduğuna dair. Bu olayı kız kardeşim ile birlikte dinleyip üzerinde fikir yürütmeye başladık aklımız sıra.
(Devam Edecek)