YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
30 Ağustos 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları”

Çanakkale’de bizim için büyük bir değişiklik olan babamın iş değiştirmesini anlatmak istiyorum. Babam belediyede itfaiyede çalışıyordu. Bir gün belediyeye reisin işlerine bakacak bir odacıya ihtiyaç duyulmuş. Nasıl ve kim tarafından olduğunu bilmediğim birisi teklifi babama getiriyor ve oda bunu kabul edince orada işe başlıyor. Bu demektir ki, bundan böyle haftada bir yerine her akşam babam evde olacak. Sabahleyin erkenden işe giden babam belediyenin ikinci katındaki belediye başkanı, baş katip v.s gibi çalışanların odalarını temizleyip kış ise sobalarını yakardı. Hafta sonları daha büyük bir temizlik amacıyla gider camlar silinir, halılar kaldırılır v.s yapılırdı. Bu temizlik işine giderken bazen bende giderdim. Babam bu işleri yaparken ben genelde daktilonun başına geçer yazı yazmaya çalışırdım. Birde aşağıya inerek belediyenin arkasında deniz kıyısına inerdim. Az evvel daktiloda yazdığım bir yazıyı deniz kenarında bulduğum bir şişenin içerisine koyarak denize atar, bunun bir gün dünyayı dolaşacağını umut ederdim. Fakat ne kadar uğraşsam da ağzını sıkıca kapattığım şişeyi denize atmama rağmen aynı şişe kısa bir süre sonra geriye tekrar aynı yere çıkardı akıntının ve dalgaların tesiri ile. Elime aldığım kocaman taş parçalarını denizdeki şişeye doğru fırlatarak oluşan dalgalar ile onun açılıp gitmesini sağlamaya çalışırdım ama, bu defa da attığım taşın şişeye gelerek kırmasını engelleyemezdim. Ben kırılmasın diye uğraştıkça taş şişeye gelir ve mutlaka kırardı. Şans işte buradan denizi seyredip taş atmak çok hoşuma giderdi. Bazı amatör balıkçılar burada hazırlamış oldukları oltalarını denize bırakarak balık tutmaya çalışırlardı. Birkaç kez bu kişilerin oldukça kocaman balıkları tuttuklarını hatırlıyorum buradan.

Bu sahildeki Belediye binası eski olmasına rağmen kendine özgü güzel bir yapısı vardı. Çok önceleri bu belediye binasına girer iken sol tarafta küçük dükkanlar vardı. Bunlardan yola bakan olanı o zamanlara göre oldukça lüks bir fotoğrafçı dükkanı idi ve buranın sahipleri düğünlerde çalan bir orkestraları vardı. Belediyeye doğru yürüdüğünüzde sol tarafta yine oldukça ufak koyu renk duvarları olan bir dükkan vardı. Buranın camında “Her Türlü Değerli Kağıt Bulunur” diye yazardı ama ben kağıdın değerlisinin nasıl olduğunu anlayamazdım bir türlü. Ne demekse. Burada “Resmi Pul” da satılırdı. Bu dükkanlarının arka taraflarında yani iskeleye doğru bakanlarda yine bu günkü gibi aynı işlemleri yaparlardı. Sigara içki satışı veya tostlar ile hediyelik eşyalar satılır idi gelip geçenlere. Belediyenin giriş kapısı önünde büyük bir “Manolya Ağacı” vardı. Mevsimi geldiğinde yeşil yapraklar arasından kocaman harika beyaz çiçekler açarak seyrine doyum olmaz manzara çıkartırdı ortaya. Çok ilginç bir hatıra kalmıştı aklımızda.

Mahalledeki arkadaşlar ile ilgili günlük olayları aklıma geldikçe kronolojik sıraya uymadan hemen aktaracağım dedim ya. Biz yaklaşık olarak ilk okul beşinci sınıfta falan olduğumuz zamanlar hafta sonları bu tabi ki yazın olurdu. Şekerpınar denilen yere pikniğe giderdik. Evde hazırlamış olduğumuz yiyecek paketlerini yanımıza alır yola çıkardık. Bazen evden gitmemize müsaade edilmediği zaman “Biliyorsunuz oranın suyu çok güzel, gelirken su getireceğizderdik. Neyse oraya güle oynaya gider orada yiyecekleri bir ağaca asıp oynamaya başlardık ağaçlar arasında. Gerçekten temiz ve güzel havada oynamak inanın çok güzel. Etrafa keşif gezileri yapar tepelere tırmanırdık. Hele yön olarak yerini şimdi tam olarak tarif edemeyeceğim bir yerde oldukça derin bir vadi vardı. Bu vadinin üst tarafında çok yüksek fıstık çamı ağaçları vardı. Buradan fıstık kozalaklarını toplayarak dönüşte eve götürürdük. Ben oldum olası ağaca çıkamam hiç böyle bir kabiliyetim yok. Ya taşlayarak yada arkadaşlar ağaca çıkarak birkaç tanede benim için toplarlardı. Taş atarakta toplamak çok zordu, çünkü ağaçlar çok yüksekti ve aşağısı oldukça derin bir uçurumdu. Yukarıdan baktığınızda aşağıda bulunan insanlar oldukça ufak görünmekteydiler. Burasının yerini tam olarak tarif edemem ama buraya gidildiğinde kolayca bulunabilir. Şimdi düşünüyorum da burası herhangi bir şekilde değerlendirilemez mi? Bana göre günlük turlar ile buraya düzenlenecek geziler yapılabilir, hem dağ havası, hem de rüzgar ve fırtınadan uzak. Eğer gerekli düzenlemeler yapılabilir ise burada çok meşhur Bungy-jumping sistemi kurulabilir, hem de Avrupa çapında ünlenecek kadar güzel olarak. Toprağın yapısı itibari ile burası ayrıca yine doğal bir tırmanma parkuru da olabilir. Gerçi bahsettiklerim memleketimizde hala yeterince gelişmemiş olduğundan ilk zamanlarda burada bazı zorluklar yaşanacaktır ama gerisi de bunu pazarlayacaklara kalmıştır. Benim aklım buranın yüksekliğinde kaldı. Bir gün buralara gelerek burayı tekrar bulup araştıracağım ve o zaman yazının devamına eklerim inşallah.

Eve gelirken su getirmektense ağırlık olmasın diye eve en yakın bir çeşmeden su doldurup eve teslim ederdik. Çoğu zamanda çeşmenin başında oyunlar oynayıp sapanlar ile atış talimi yaparken şişe kırılırdı. Fakat bizler akşama kadar oldukça eğlenirdik. Akşamları eve yorgun argın dönerdik. Toplanan çam fıstıklarını açmak için uğraşmak gerçekten çok zordu. Babam bunun böyle olmayacağını Kurşunlu Cami sokağında bulunan çerez fırınına götürüp vermemi ve fırınlandıktan sonra daha kolay olacağını söyledi. Bu fırının sahibi Yahudi idi. Daha evvel çırak iken gittiğim fırının sahibi de Yahudi olup kendi insanları tarafında tutulurlardı. Bu bahsettiğim sadece çerez türü malzemeleri fırınlar daha evvel bahsettiğim fırın ise genel de hamur işleri ve yemek türü şeyleri pişirirdi. Hemen buradan yola çıkarak aklımda kalan olaylardan biriside evde hazırlanan bazı yiyeceklerin bu tür fırınlara getirilip pişirilmesi sağlanırdı. Bu yiyecekler bizim evde bahar aylarında mutlaka en az bir kere yapılan Oğlak eti ile hazırlanan bir yemekti. Bir tepsinin içerisine hazırlanan malzemeler ağzı gazete ile kapatılarak fırına götürülürdü. Bunu ben götürür malzeme pişene kadar etrafta oyalanır, daha sonrada alarak eve dönerdim. Palamut balığı mevsimi geldiğinde Oluk şeklindeki bir kiremidin içerisine iki katlı yarım bir gazete kağıdı konur, üzerine karnı özen ile yarılıp ve koparılmadan dilimlenmiş kısımlara halka halka kesilmiş soğan dilimleri yerleştirilir, yine bu aralıklar ile diğer kısımlara domates dilimleri de yerleştirilirdi. Birkaç dilimde limon ilave edilir ve bu kiremit taşınma kolaylığı açısında bir tepsi içine konarak doğru fırına yollanırdı. Fırına bunu teslim ettiğimiz zaman fırıncı bir kağıt parçasına isim yazar tepsinin üzerine koyar ve bir köşede bekletirdi. Gelen malzemeyi hemen atmazdı fırının içerisine. Herhalde aynı malzemelerin birikmesini ve kokuların birbirine karışmamasını sağlardı. Bir gün ben balığın pişmesini beklerken fırıncı ile müşterinin konuşmasından anladığıma göre kiremidin içerisine konan gazete kağıdından bahsediyorlardı. Fırıncı, “ben balığın piştiğini gazete kağıdının sararmasından anlıyorum. Kağıt sararınca balık pişmiş oluyor. Bu sararmada çok fazla olmayacak, eğer öyle olur ise balığın suyu çekiliyor ve tadı kaçıyor” dedi. Ben daha sonraları kendi evimde elektrikli fırın ile bu yöntemi denedim ve çok başarılı oldum. Tabi kiremit bulabilirseniz. Neyse fırından alıp geldiğimiz balık tepsisi eve gelince sofranın üzerinde daha büyük bir tepsi olurdu. Oluk kiremidin üzerindeki balık dikkatli bir şekilde kuyruğundan tutulup ta sofraya konulan tepsinin üzerine dikkatli, bir şekilde silkelenince balığın etleri ve içine konulan bütün malzemeler tepsiye dökülürdü. Balığın kılçığı ise büsbütün bir şekilde kalırdı tarak gibi. Bundan sonra balığın kafasına saldırır yanak etlerini sıyırmaya uğraşırdık. Anlatılmaz bir lezzet. Bu arada bu tür balıkların satın alınması da ilginçti. Çarşıdaki balıkçıların olduğu yerde (Şimdi aynı yerde tam köşede helvacı var) tezgah üzerine dizilmiş olan balıklar çift olarak satılırdı. Kuyruklarından bağlanan ipler ile sizin elinize verilir ve siz ipi parmağınıza geçirilen ipten tutarak balıkları eve taşırdınız. Eve geldiğinizde balıkların ağırlığından ip elinizi keser ve parmağınız mosmor olurdu. Balık o kadar bol idi ki at arabasına yüklenen palamut balıkları mahalle arasında satılır idi. Ağzına kadar dolu olan araba öğleye kadar satılır biterdi. Mahalle arasında, “Derya Kuzusu bunlar ,Canlı canlı,çok taze” ve benzeri gibi sözler ile müşteriye aktarılarak satılırdı arkasından takip eden bir kedi ordusu ile birlikte. Balık almak isteyen kişi palamut balığının temizlenmesini istediği zaman bir tahta üzerinde kesilip temizlenir arta kalan kısımları ise etrafta sabırsız hareketler ile beklemekte olan kedilere atılırdı. Yere düşen parça en yakınındaki kedi tarafından derhal kapılarak yalnız bir yer bulana kadar oradan uzaklaşır ve homurtular arasında yemeye başlardı payına düşeni. Bu arada daha başkaları da etrafa atıldığından bekleyen diğer kediciklerde bunları alarak yemeye başlarlardı ve ortalıkta hiç artık kalmazdı. Doğal çöp temizleme makineleri derhal işe koyularak görevlerini en iyi şekilde yerlerine getirmekte idiler. Balık satın alıp temizletenler  çıkan artıkları bir kağıt içerisinde alarak evlerindeki kediye götürenlerde olurdu. Sardalye balığını arabaya koyarak mahalle arasında  satanlarda ise balık temizleme olayı olmadığından tartı esnasında ele gelen parçalanmış olan balıklar etraftaki kedilere atılarak değerlendirilirdi. O zamanın deyimi ile “bu hayvancıklarda nasiplerine düşeni alıyorlar.” Mahalle arasındaki seyyar satıcılardan bahsetmek gerekir ise yaz günlerinde yine at arabalarını üzerleri taze mısır ile doldurularak gezilirdi ara sokaklarda. Bahsedilen yerlerdeki evler genelde tek katlı ve mutlaka küçükte olsa bir bahçeli olduğundan taze olarak alınan malzeme bahçe içine yakılan küçük bir ateş ile hemen değerlendirilirdi pişirilip tüketilerek. Bu taze mısır olduğu gibi taze sardalyede olabilirdi. Bu arada mevsimi geldiğinde Kavun veya Karpuz satanları anmadan geçmek olmaz. Arabanın başına gelenler burada beğendikleri karpuz veya kavunları tarttırarak bir çuval içerisine koyarak taşırlardı evlerine. Bu arada her kes tarafından bilindiği gibi Okçular karpuzu oldukça meşhurdur ama bu Aşağı Okçular köyü olup, bizim yazının birçok yerinde bahsedilen bizim köyün adı Yukarı Okçular köyüdür. Ben iskele üzerine balık tutmaya gideceğim zaman geçerken balıkhaneye uğrar ve balıkçıdan satılırken temizlenmiş olan palamut balıklarının iç organlarını isterdim. Balıkçıda bunları tezgahın yanından uzaklaştırılması için bize istediğimizden daha çok verirdi. Bu iç organlar hem beyaza yakın bir renkte olup, hem de oldukça sert olduğundan hem oltaya takılması hem de balık vurduğu zaman yakalaması kolay olurdu. İğnenin ucuna taktığımız balık bağırsağını iskeleden aşağıya denize sarkıtır uygun bir derinliğe gelince beklemeye başlardık. Çok fazla beklemezdik. Balık gelince bize sadece yukarı çekmek kalırdı. Bazen de hiç balık gelmezdi. O zamanda hava yani rüzgar uygun değil derdik. Çıkan balıklar genelde iri olmak kaydıyla İzmarit İspari Ve bizim Kupa dediğimiz (Küpez) balıkları idi. Bazen daha değişik balık türlerinin de geldiği olurdu. Buradaki balık maceraları olukça çoktur. Bazen denizin yüzeyine yakın yerlerinde sürü halinde gümüş balıkları olurdu. Bu balıklar toplu halde yüzerek iskelenin altına girip çıkarak dolaşırlardı. İskelede balık tutanlar bunları şıpşıp olta denilen bir yöntem ile yakalayarak diğer balıkları tutmak amacıyla yem yaparlardı. Bu şıpşıp olta; bir iki metre uzunluğunda bir saz (kamış) ucuna bağlanan yine birkaç metrelik ince bir misina ve bunun da ucunda çok küçük bir sinek oltası bağlı olup bunun ucuna bağlanan çok ince bir yem toplu halde yüzen balıkların ortasına sarkıtılarak etraflarında gezdirilirdi. Bunu gören gümüş balıkları bu sallanan parçayı kaçmakta olan küçük bir balık sanarak atlayıp yemi yakalar daha doğrusu kendisi yakalanırdı ve diğer balıklara yem olmak amacıyla çekilirdi yukarıya. İskelede balık tutanların yanında bu tür bir saz bulunur yemsiz kaldığında bu oltayı sarkıtarak yem ihtiyacını karşılardı. Bizler bu tür oltayı pek kullanamazdık. Yeterince doğru olarak kullanamadığımızdan yem yapmak için küçük balık pek tutamaz başka yöntemler arardık bunun için. Fakat yinede buraya balığa gider iken böyle bir (kamış) saz hazırlar öyle giderdik balığa. Yalnız biz fazla uzunlarını tercih etmezdik çünkü evden iskeleye gider iken boyumuzdan büyük bir kamışı taşımak bazı riskler doğuruyordu. Başkalarının kafalarına çarpmak gibi. Bunun için daha kısalarını tercih ediyorduk ama bu defada boyumuz yetmediğinden fazla başarılı olamıyorduk. Etrafımızda bulunan yetişkin amatör balıkçılar bu sahip olduğumuz sazı bizden isteyerek çabucak kendileri için birkaç yem tutuyorlardı ve bu arada bize de veriyorlardı saz (kamış) kirası olarak.

Sabahları iskeleye balık tutmaya gider iken çok sık olarak rastladığım bir tip daha vardı. Halk arasında “Nara Zeki”diye anılırdı. Bunun anlamı çok güçlü bir sesi vardı. Akıldan biraz kıt olmasına rağmen zararsız ve çalışkan birisi olup gazete satarak kazanırdı hayatını. Eskiden her yerde satılmazdı gazete. İşte Zeki bu denilen kişi kolunun altına aldığı oldukça fazla miktarda gazeteyi abonelere götürerek dağıtır ve bu gidiş geliş esnasında “Gaaaaaaaaaste!” diyerek bağırırdı çok güçlü bir ses ile sanki nara atarmış gibi ve oldukça iri yapılı bir kişi idi. Gaaaaaste! der iken aradaki harfleri oldukça uzatır sonundaki E harfini sert bir şekilde kısa keserdi. Bu tür bir bağırma şahsın kendisine özgü bir ses verirdi ve ara sokaklardan bile bu sesi duyan Zekinin bu taraflara geldiğini anlardı.

Ben Yahudi Avram’ın yanında çıraklık yaparken benim çalıştığım dükkanın yolu üzerinde Arkadaşım İsmail Çakal’ın çalıştığı bir berber dükkanı vardı. Berber Eminin dükkanı bazen sabahları beraber gider akşamları da beraber dönerdik. O da bana akşama kadar olan olayları komik bir dil ile anlatır beni güldürürdü. Çakalın hayatı espri idi. Bir gün okula giderken sabahleyin annesi erken kaldıramayınca okula geç kalır. Annesi Hanife abla; “Ne yapayım be oğlum hap yutmuştum kalkamadım” deyince Çakal espriyi patlatır “Hapı sen değil ben yuttum. Bakalım öğretmene ne cevap vereceğim” diyerek. Kendisi neden olduğunu bilmiyorum bizim mahalledeki okul yerine çarşı içerisindeki Cumhuriyet İlkokuluna gidiyordu. Oldukça uzak bir yerdi. O zamanlar bu günlerdeki gibi Belediye Otobüsleri v.s. yoktu. Bütün buralara yaya olarak gider gelirdik. Uzatmadan Çakala dönelim yine. Ailesine ve komşulara göre oldukça yaramaz olarak nitelendirilen Çakal bize göre çok esprili birisi idi. Allah için şimdi ben hiçbir zaman yaramazlığını görmedim. Ne o zaman ne de daha sonraki yıllarda. Şimdi gelelim anlatacağımız olaya. Okulda şartlı refleks olayını öğrenen çakal bunu uygulamak için fırsat kollamaya başlar. Şimdi şartlı refleksi öğrendiğine göre kaçıncı sınıfa gittiğine siz karar verin. Yaz gelince bizim çakal aradığı fırsatı bularak hemen uygulamaya sokar. Mahallede yapılan bir düğünde gırnata (klarinet) çalan kişinin karşısına geçerek eline aldığı kocaman ve sarı bir limonu şapırtılar arasında yalamaya başlar gırnatacının gözlerinin içine bakarak. Bundan etkilenen adam başını öbür tarafa çevirmesine rağmen bizim Çakal limonu yalamaya devam ederek adamın baktığı tarafa doğru yürüyerek devam eder eylemine. Başını öbür tarafa çevirince de Çakal o tarafa geçerek sürdürür limon yalamasını. Buna daha fazla dayanamayan çalgıcı devam etmekte olan düğünün oynak havasını bozamayacağı için son çare olarak ayağa kalkarak oynayanlar arasında dolaşıp hem bahşiş toplayıp, hem de defetmeye çalışır bu hemen karşısında bulunan belayı ama bilmediği bir şey vardır o da karşısındaki bela değil Çakal’dır. Belanın püsküllüsü. Ne belası, felaket desek daha doğru olur. Klarnetçinin, bu limon taarruzlarını püskürtmek için yaptığı her hareket karşısında bizim Çakal daha etkili bir yol bularak devam eder eylemine, gerisini kendi ağzından dinlemekte yarar var. Bu amaçla kendisinin ağzından dinlemek için iş yerine kadar gidip sorduğumda, o her zamanki muzip gülümsemesi ile yüzüme bakarak “ne olacak gırnatacının ayağında olan ökçeleri basık ayakkabıyı kafama yedim” diyerek kısaca kestirip attı. Bana daha fazla yazacak bir şey bırakmadı.

Neyse diyerek devam edelim. Mahallede bizim evin karşısında oturan Makbule teyze ile kocası Tevfik amca yaşıyordu. Çocukları da vardı. Bunlardan Mustafa bizden büyük olmasına rağmen Ahmet bizim ile yaşıttı. Hatta benim sünnetim onun ile beraber yapılmıştı. Bu evin önünde küçük bir tane fırın vardı. Bazen bu fırın yakılarak komşu kadınlar toplu halde burada ekmek pişirirlerdi. Biz bu arada bu fırının etrafında oynayarak içeriye atılan ekmeklerin pişmesini bekler fırından mis gibi bir kokuyla çıkan ekmekten birer parça alarak yerdik. Tadı anlatılmaz güzeldi. Babamın çalıştığı yerde baş katip olarak çalışan bir Nezihi bey vardı. Bir keresinde babam bu kişiye bu ekmekten vermişti. O kadar çok hoşlarına gitmişti ki ondan sonra belirli zamanlarda annem ekmek pişirirdi babam götürüp verirdi. Bazen de bana verirlerdi ben götürürdüm hem de sıcak olarak. Bahsettiğim Nezihi beyin hanımı da çok tatlı bir insandı. Alman sokağı denilen yerde oturmaktaydılar. Bu sokağın su iskelesi denilen kısma daha yakın olan yerinde idi oturdukları ev. Ben evlerine ekmek götürdüğümde beni kesinlikle boş çevirmezdi. Bazen para bazen bir kitap bazen çikolata verirdi. Bir gün bana “biz hafta sonu sandal ile denize çıkacağız sende gel” dedi. Ben gitmek istemedim. Babama ısrar ederek gelmemi sağlamışlardı. Sandala binerek denize açıldık. Hatta dümeni de bana verdiler. Ben nereye gitmek istediklerini sorunca karşıda bulunan Havuzlar denilen yere gitmek istediklerini söylediler.

(Devam Edecek)

21.624 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020