YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
29 Kasım 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık”

Çanakkale’de denizin bizim hayatımızda oldukça büyük bir yeri vardır. Fırsat buldukça denize gider nimetlerinden alabildiğince faydalanmaya çalışır idik. Yüzmenin dışında deniz bize balık midye v.s. verdiği gibi içinde bulunan gizli hazineleri de sunardı cömertçe. Hamidiye tabir edilen yerde girerdik denize daha çok. Buranın ilerisinde iğdelerin altı denilen bir yer vardı. Bu iğde ağaçları deniz ile arkasındaki bahçeyi bir birinden ayıran sınır idi. Tam karşısında ise denizin içerisinde büyük bir kaya vardır. Eskiden bu kaya sahile daha uzaktı şimdilerde oldukça yakınlaşmış karaların denize doğru kaymasından mı, yoksa erozyon dediğimiz toprak kaybından dolayımı bilemiyorum. Burada bulunan kumlar diğer taraflara göre daha farklı olup un gibi ince daha beyaz ve parlak idi. Buraya çocuklarını getirenler veya ailecek gelenler kendilerini bu ağaçların altına çekerek koyu gölge altında güneşten korunurlar ve hemen yakın olan denizdeki çocuklarını da kontrol edebilirlerdi. İğdelerin hemen arka tarafında kocaman bir bahçe vardı. Aslına bakar iseniz burası bir tarla idi ve bizim Çanakkale’nin halkı sebze ekilen yerlere Bahçe derdi. Onun için bu kelimeyi kullandım. Bu bahçede mevsimine göre Zerzevat (sebze) yetiştirilirdi. Benim küçük olduğum zamanlarda annemlerin buraya giderek bahçede çalıştıklarını hatırlarım. Her şey bir yana benim buradan aklımda kalan olay ise bahçenin bir köşesinde yerden yüksekliği bir metre kadar ve çapı da yaklaşık olarak on metre kadar olan bir yer vardı. Burası bir kuyu idi ve üzerinde dönme dolap denilen ve kuyudan su çekmeye yarayan tahtadan yapılmış bir alet vardı. Buna bağlı olan ve adına ok denilen bir sırığa bir at bağlanıyordu ve bunu gözleri de kapatılıyordu. Buraya bağlı bulunan hayvan ok denilen kolun müsaade ettiği bir mesafede saatlerce dönüp duruyordu. Bu dönmenin sonucunda üzerinde bir sürü ağaç kaplar bulunan dolap sıra ile döner iken kuyuya dalarak bu tahta kapları su ile dolduruyor, daha sonrada yukarıya çıkararak dışarıdaki uygun bir yere bu suyu boşaltıyordu. Buradan akan sular önce bir havuz içerisine toplanıyor, daha sonrada buradan akıtılan su arklar vasıtası ile sulanması istenilen yere aktarılıyordu. Bu dönme dolabın yanında çok kocaman bir ağaç vardı. Bu kuyunun yanında ağacın bir gölgesine oturarak dönme dolabın gıcırtısı ile birlikte suların boşalır iken çıkardığı sesi dinlerdim kuyudan çıkarılarak akan suyun verdiği tatlı serinliğin rehaveti ile birlikte.

Denizden bahseder iken bahçelere daldık çıktık. Bu bahçeden biraz ileriye doğru gidince alçak duvarlar arasında bulunan bir şehitlik vardı. Kimlere aitti, hatırlamıyorum ama yine hepsine Allah Rahmet eylesin. Bu şehitlik hala duruyor ama mahallede evlerin arsında kalmış olarak. Bu sahilde yüzmek bizler için çok farklı idi. Kayanın üzerine çıkarak denize atlamak çok hoşumuza giderdi. Bazen yaz günlerinde buraya sabahtan gelerek bu kayanın üzerine çıkıp ileriye attığımız oltalarımız ile balık yakalamaya çalışırdık. Fazla başarılı olamasakta bazen şansımız yaver gider, en azından bir öğünlük balık yakalayarak dönerdik eve. Suyun içerisi diğer taraflara göre daha farklı idi. Burada su dibinde kayalar bulunduğu gibi bunların etrafında oldukça yosunlu kısımlar ve bu yosunlu kısımlar arasında bambaşka bir dünya vardı. İlk zamanlar denizin dibini rahatça görebilmek için suya dalınca gözlerimizi açarak bakmaya çalışırdık ama bu şekilde net görmek imkansız olduğundan başka yöntemler bulunması gerektiğinden o zamanlar çok kullanılan Vita yağı (Evlerde çok kullanılan bir margarin çeşidi) kutusunun dibi uygun şekilde kesilerek buraya yerleştirilen bir cam parçası etrafı cam macunu ile sızdırmaz hale getirilerek kullanıma hazır hale gelirdi. Bunu suya bir miktar batırarak denizin dibini rahatça görebilir orada olup bitenleri takip edebilirdik. Yalnız bunu yüzer iken kullanmak mümkün değildi. Ancak yürüyerek kullanabilirdik. Daha çok Sülüne denilen ve diğer adı da Deniz Çakısı olan bir midye türü canlıyı denizden çıkarmak amacıyla kullanırdık. Birde az evvel bahsedilen yerlerdeki canlı hayatı izlemek için. Gerçi o zamanlar bunları sadece izleme yerine iri bir balık görür isek yakalama içgüdüsü ile yapardık. kısa bir süre sonra buradaki renkli hayat bizi başka bir ortama çekip götürmüş idi. Bunun o zamanlar İpek sinemasına gelen ve “Sessiz Dünya” adı ile gösterilen belgesel niteliğindeki renkli su altı filimi ile de alakası vardır sanırım. O filmi izledikten sonra bizim az evvel anlattığımız yerde de buna benzer bir dünyanın olabileceği inancı ile araştırmaya başlamıştık. Ama bazen buradaki yosunların arasında yaşamakta olan küçük balıkları avlamaya gelen daha iri balıkları görünce araştırmacı damarımız kaybolur, tekrar avcı damarımız tutar ve yakalama amacı ile koşturur dururduk buralarda çeşitli yöntemler kullanarak. Bu maksatla bir telin ucuna bir adet mavzer mermisi takılırdı. Mermiyi alır bir maşa yardımı ile ateşin üzerine tutarak içerisindeki kurşunun erimesini sağlardık. Daha sonra bu erimiş haldeki kurşuna yaklaşık olarak bir metre boyunda ve iki-üç mm. kalınlığındaki çelik veya pirinç teli buraya batırarak donmasını sağlar idik. İşte bizim malzeme hazır. Bunu Sülüne bulunduğunu anladığımız deliğe batırarak içindekini alırdık. Bunun için bir elimizde az evvel tarifini verdiğimiz dibi cam ile kaplanmış teneke kutu, öbür elimizde ucuna Mavzer Mermisi takılmış telimiz ile denizin tabanını kontrol ederek yürürdük. Tabandan kalkmış kum tepeciklerini görünce aradığımızı bulmuş olurduk. Kum tepecikleri bir Sekiz (8) rakamı şeklini gösterince tam ortasına bu teli batırınca Sülineyi yakalamış olurduk. Bu daha çok büyük balıkları yakalamak amacıyla yem olarak kullanılırdı. Bir gün denizde yüzer iken dipte mavi renkli bir deniz gözlüğü buldum. Bunun üzerinde camı yoktu. Bir camcının yanında çırak olarak çalışan bir akrabaya giderek buraya uygun bir cam kestirerek kullanmaya başladım. Artık herkes bana gıpta ile bakmaktaydı. Çünkü o zamanlar fakirlik olduğundan bu tür şeylere para ödemek imkansız idi. Bundan dolayı etraftaki diğer çocuklar “yahu ne olur ver de biz de bununla yüzelim” derlerdi. Bu gözlüğü kullanmak oldukça zor oluyordu Şnorkel’siz olarak ama olsun. Denizden çubuk şeklinde barutlar çıkardı. Bunların Boğazlardaki savaşlarda batan gemilerden denize dökülenler olduğunu söylüyorlardı. İki üç santimetre kalınlığında Elli Altmış santimetre uzunluğunda barut parçaları idi. Dışarıya çıkartılınca ucu yakılarak tekrar suyun içerisine sokulduğunda yanmaya devam ederdi. O zamanlar her şeyde olduğu gibi Barut da bulunmazlar arasında idi. Bunun tanesini (7.5) Yedi buçuk Liraya satardık. Özellikle sert lodos rüzgarından sonra denize daldığımızda bol miktarda bu barutlardan çıkartabilirdik. Az evvel ölçüsünü verdiğimizin yanında birde bir santimetre kalınlığında ve bir metre boyunda daha değişik barutlarda çıkardık. Bunları satmak yerine kendimiz oynamak için kullanırdık. Bizim mahallede yapılan bir kına gecesinde arkadaşımız Emine’nin idi bu kına gecesi. Biz daha evvel hazırlamış olduğumuz oldukça sert Kızılderili Yaylarını elimize alarak yapılmakta olan kına gecesinin karşılıklı iki tarafına geçerek bu uzun barutları bu yaylara takarak gergin hale getirmiş bu sırada arkadaşlarımız bunların ucunu yakmışlar bizde yanar vaziyetteki bu barutları kına gecesinin üzerinden aşırtarak öbür tarafa göndermiştik. Bunu gören kadınlar bağırarak koşmaya başlamışlardı. Deniz dibinde otların bulunduğu ve kumla birleştiği kısımlarda yaklaşık olarak kırk elli santimetrelik bir kot yani yükseklik farkı bulunur. İşte bu kısımlarda barutlar daha çok bulunur. Neyse bu denizden barut çıkarma işleri sırasında dipte kum içerisinde uç tarafı görünen barutu almak için daldığımda tam kum ile otların birleştiği kısımda kocaman ve açık bir ağız ile çok çirkin ve korkunç bir şey gördüğümde kendimi zor attım dışarıya. Arkadaşlara anlattığımda bana inanmadıkları gibi “böyle şey olamaz” dediler sanki biliyorlar gibi. Daha sonra yaptığım araştırmalarda bunun bir fener balığı olduğunu öğrendim. İşte buradan barutları bu şekilde çıkarıyorduk. Hatta kış günlerinde bile kuvvetli bir lodos estikten sonraki günlerde buraya girerek toplama işine devam ederdik. Bu kış günlerinde lodos birkaç gün sürerdi. Lodos dindikten bir iki gün sonra biz Hamidiye denilen deniz kıyısına gider önce etrafta bulduğumuz çalı odun v.s. gibi yanacak malzemeleri toplayarak bir yığın meydana getirirdik. Ben daha evvel evden küçük bir şişe içerisine koymuş olduğum zeytinyağını çıkarır ve soyunmaya başlardım. Arkadaşlar bu yağı benim vücuduma sürerler ve ben hazır olunca deniz gözlüklerini takarak dalardım. Benimle beraber bir kişi daha dalar ve bulduğumuz bir torbayı elinde tutarak benim arkamdan gelirdi. Ben çıkardığım barutları buna verirdim o da torbaya doldurarak bekler, taşıyamaz duruma gelince sahile getirip bırakarak tekrar yanıma dönerdi. Bu genelde Ersan olurdu (Allah rahmet eylesin). Artık bulamaz hale gelince sahilde bekleyen arkadaşlara bir işaret göndererek çıkacağımı belirtince hazır halde bekleyen yanıcı maddeler ile hazırlanmış yığın başına giderek beni beklerler idi. Ben karaya ayak basınca bu malzemeleri tutuştururlardı. Ben hemen bu ateşin karşısına gelerek dikilince arkadaşlar bir havlu yardımı ile beni kurularlar ve ben hemen üstümü giyerek hiç beklemeden koşarak eve dönerdim. Eve gelince başımın ıslaklığından annem benim denize girdiğimi anlar, sobanın yanında hazır durumda bekleyen maşayı kaptığı gibi beni bir güzel ısıtırdı. Daha sonra sobanın arkasında hazırlamış olduğu yatak üzerine yatırır uyumaya bırakırdı. Bu çok zamanlar devam ederdi böyle. Bu arada barut aramaları arasında kumun üzerine çıkan mermi parçaları da bulurduk. Bulduğum zaman hemen sahilde bekleyenleri, çağırırdım ve birkaç kişi birleşerek çıkartırdık bu ağır malzemeleri. Dediğim gibi deniz bizi hem eğlendirir hem de doyururdu daha doğrusu harçlığımızı çıkartırdı.

Kış başlarında günlerinden bir gün aynı deniz kenarından kocaman bir ateş bulutu yükseldi gökyüzüne doğru. Mahallede oynamakta olan çocuklar ile birlikte koşarak hemen deniz kıyısına geldiğimizde sahilin askerler tarafından çevrildiğini gördük. Askeriyenin içinden araçlar içerisinde çıkarılan kasalar sahilde açılarak içerisinden çıkarılan mikaya benzeyen koyu renkli çubuk şeklindeki malzemeler üst üste konularak kocaman bir tepecik yapılıyordu. Daha sonra aynı malzemelerin şerit halinde olanları bu tepecikten başlayarak uzak bir noktaya doğru uzatılıyordu. Etrafta bulunanlar uzaklaştırılıp emniyete alındıktan sonra yan tarafa doğru uzatılmış olan bu malzemeler yakılıyordu. Yanmaya başlayan malzemeler Ssssssshhhhh!!!!! diye ses çıkararak gidiyor ve bu tepeciğe değdiğinde yukarıya bir ateş bulutu yükseliyordu büyük bir alev sesi ile birlikte. Ambarlarda zamanı geçmiş olan barutlar imha edilmekteymiş. Bizler uzak bir noktaya dikilip bu olayı heyecan ile seyrediyorduk. Bu imha işlemi günlerce sürdü. Etraftaki askerler çok dikkatli bir şekilde etrafı kontrol etmelerine rağmen yine kazalar oluyordu. Biz yaşlarındaki çocuklardan birisi bu yığın içinden bir barut almak için koşarak yaklaştığında öbür tarafta bulunan ve öbek yüksek olduğundan bunu göremeyen personelin barutları ateşlemesi ile yanma başlamış ve çıkan alev bulutunun rüzgarından bu arkadaşın yüzü feci şekilde yanmıştı. Hayati bir tehlikesi yoktu ama uzun süre yüzü yanık bir şekilde dolaşmıştı. Bu olay üzerine askerler bu işlem sırasında bu bölgeye kimseyi yaklaştırmıyorlardı ve bizlerde bu manzarayı çok uzaktan izlemek zorunda kalıyorduk.

Bu yanma olayından bahseder iken aklıma gelen bir iki olayı anlatayım bari. Halk arasında Hıdrellez denilen günden bir akşam evvel güneş batmadan önce ateşler yakılır bütün mahalle bunun üzerinden atlayarak dileklerde bulunurlar eğlenirlerdi neşe içerisinde. Ertesi sabahta erkenden güneş doğmadan önce deniz kıyısına gidilerek her kes ne istiyor ise bunun bir resmini veya maketini yaparak bırakırdı suyun kara ile birleştiği yere. Bazıları bir çocuk resmi çizer bazıları da orada buldukları çalı çırpıları üst üste koyarak bir ev maketi yaparlardı kendilerine. O zamanlarda araba isteyen pek yoktu. Bu istekleri ile ilgili maketler daha evvel yapılmaz deniz kıyısında çabucak bulunan çalı çırpılardan meydana getirilirdi. Bazı insanlar bu konuda oldukça başarılı kişilerdi sanki bir sanat eseri yaratırcasına maketler yaparak bırakıyorlardı buraya. Hemen orada bulunuveren bir mısır koçanına uygun çubuklar geçirilerek çabucak bir maket bebek yapılır, hatta denizin kıyıya çıkardığı yosun artıkları ile saç bile yapılır yine burada buldukları değişik renkteki yosunlar ve malzemeler ile etekleri de yapılarak kız bebek meydana çıkardı. Bu işleme erkekler pek rağbet göstermez sadece kadınlar ve çocuklar bulunurdu. Sabahın bu saatinde erkekler gelse bile sadece orada bulunur başka bir şeye karışmazlardı. Başka yerlerde var mı bilmem ama bizim Çanakkale’de Hıdrellez denince yukarıda anlatılan olaylar yaşandıktan sonra en önemli ama olmazsa olmazlardan bir tanesi “Kaşık Marulu” alarak yemek idi. Hıdrellezde bu Kaşık Marulunu yemek sevaptır diyerek insanlar bol olarak satın alır ve tüketirlerdi. Kaşık marulunu tarif etmeye gerek var mı? Şu yaprakları oldukça uzun olan marullar işte. Ne alakası var (bu  marul yemek çok sevaptır ifadesinin) bilemem ama sevaba girmek için bol miktarda tüketir idik bu marulu. İnsanlar güneşin doğmasını burada bekler dileklerini tutar güneş bir miktar yükseldikten sonra evlerine dönmeye başlarlardı. İşte bu dönüş esnasında yol üzerinde marul satan arabalar bulunur deniz kıyısından geri dönenler bol miktarda alırlar idi. Çarşı içinde Hıdrellez Marulu diye satılırdı. Hıdrellez hikayesini biliyorsunuz buraya alarak kısaca anlatmaya gerek var mı? İsterseniz bu konuyu da siz kendiniz araştırın. Şimdilerde hala yanı şekilde var mı bilmiyorum.

Şimdi eski günlere kısaca dönmek gerekir ise hatırlamakta fayda olacağı inancındayım. O zamanlar 1 Mayıs Bahar Bayramı olarak anılır ve o gün tatil olurdu kutlamak için. İnsanlar doğaya çıksın ve bu günü kutlasın isterlerdi ama bu olay pek kutlanmazdı aileler tarafından. Birincisi aileler baharın başlangıcı olarak hıdrellez gününü kabul ederek yukarıda anlattığımız şekilde kutlama yoluna giderlerdi. Hıdrellez günü eğer tatil gününe denk gelir ise doğaya çıkanlar çok daha fazla olurdu. Neyse biz gene ateşe dönelim. Mahalle aralarında Hıdrellez ateşi yakılır demiştik ya, işte bu yakılan ateşlerin üzerinden neşe ile atlar iken iki çocuk karşılıklı olarak atlamaya kalkınca tam ateşin ortasında hava da çarpışarak ateşin üzerine düşmüşler ondan sonrada çırpınıp kıçlarını sıvazlayarak kaçmaya başlamışlardı. Biz çocuklar gülmekten yardıma koşamadık ama büyükler hemen koşarak tehlikeyi savuşturmuşlardı. Ellerindeki hırkalarını çocukların kıçlarına vurarak. Kimsenin canı yanmadı ama bizlere eğlence çıkmıştı. Hıdrellez yaklaşınca evlerde atılma gereği duyulan eski hasır süpürge v.s. gibi malzemeler bekletilerek işte bu akşam yakılırdı. Toplanan malzemelerin hepsi bir anda değil parça parça ateşin üzerine atılarak uzun süre yanması sağlanırdı. Hıdrellez ile ilgili alışkanlıklardan biriside hemen herkes tarafından mutlaka yapılan oğlak eti ile yapılan bir fırın yemeği idi. Bu konu ile ilgili olarak daha önceki satırlarda bahsettik ama burada yeri gelmiş iken bir daha anlatmaya gerek var sanırım daha değişik olarak. Kasaptan bu yemek için uygun şekilde hazırlanmış olan oğlak eti satın alınarak bir tepsi içerisine hazırlanarak çarşı içerisindeki fırına götürülerek burada pişirtilirdi. Bunun içerisine konulan taze soğan ve naneleri hatırlıyorum görüntü ve lezzeti arttırdıkları için. Hıdrellez hala aynı şekilde kutlanıyor mu bilmiyorum? 1969 yılından sonra buralardan ayrıldım. Zaten 1969 yılına gelip Çanakkale’den ayrılma olayını anlatınca bu yazıya da son vereceğim kısmet olursa.

(Devam Edecek)

16.164 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020