YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
06 Eylül 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz”

Yıl 1960’lar... Çanakkale’de Havuzlar denilen yer Abide ile Kilitbahir arasında çeşme başında olan bir mesire yeri. Etrafta büyük ağaçlar vardı ve bu ağaçlar büyük bir çeşmenin etrafını sarıyordu. Sahilde ise burası diğer yerlere göre denize daha sığ ve yüzmeye daha elverişli. Günü birlik gidip geliyordu bizim Çanakkale halkı. Kilitbahir motorları ile karşıya geçildikten sonra, bekleyen minibüslere binerek oraya gider akşama kadar oturup denize girilir, bir günlükte olsa kaçılırdı yazın bunaltıcı sıcağından. Ama kendilerine ait tekneleri olanlar ailecek veya yanlarına akraba arkadaş veya komşularını da alarak gelirlerdi buraya. Her zaman bu tekne ile gelip burada eğlenen kişiler imrenmişimdir. Şimdi benim anlatacağım olay artık bu günlerde kullanılmayan çok güzel bir adet olup o günlerin yaşantısı ile oldukça fazla insanı çekmekteydi buraya ve oldukça da ilginçti bizler için. Bizlere göre kısaca anlatıp “buraya gidilip eğlenilirdi" olarak görünmesine rağmen herhalde bunun hazırlanması olayı günler belki de aylar öncesinden başlardı. Bu hazırlıkları mutlaka avcılar yapmaktaydı Av mevsiminin açıldığı gün bütün avcılar burada toplanır, malzemeler hazırlanır zaten var olan ateş yakma yerleri hazırlanarak üzerine kocaman kazanlar konur, etraftan odunlar toplanırdı. Bedelini kimin ödediğini bilmiyorum ama çuvallar içerisinde pirinç, yağ tuz tabaklar, kaşıklar v.s. burada hazır hale getirilir daha sonrada av açılışının kendine özgü merasimi başlardı. Burada benim hatırladığım yapılan konuşmalardı sadece ve bunun sonunda avcıların silahlarını havaya kaldırarak ateş etmeleri idi. Benim anlattıklarımdan başka şeyler de konuşulup yapılmıştır mutlaka ama ben pek hatırlamıyorum. Bundan sonra olayın en ilgi çekici tarafı ise avcılar ellerinde tüfekleri ile ava çıkarlardı toplu olarak. Buraya gelenlerin çoğu olaya iştirak edenlerin aileleri olduğu gibi bizim gibi ziyarete gelenlerde oldukça fazlaydı. Bu arada olayın başında aktarmayı unuttum. Bu anlatımdan başkaca bir anlam çıkmasın diye konuya bir açıklık getirelim. Havuzlara avcılar günü için gelenler yanlarında sepetler dolusu yiyeceklerini kendileri getirirlerdi. Yakılan küçük ateşler üzerinde pişirilen köfteler ile evde hazırlanmış olan yiyecekler ortaya çıkartılır neşe ile yenilirdi. Benim yine o günden aklımda kalan bana göre oldukça önemli bir şey de birilerinin ızgara üzerinde bir şeyler pişirmeleri idi. Mangal üzerine konulan malzemelerin ortaya çıkan leziz kokusu idi. Bunların ne olduğunu o zaman bilmiyordum ama görüntüleri hiçbir zaman gözümün önünden gitmeyen bu yiyecekleri önce babama sormuştum ne olduklarını öğrenmek için orada mangalın üzerinde acayip bir şeyler pişiriyorlar diyerek. Babamda su doldurma bahanesi ile kalkarak şöyle bir dolaşıp gelerek dalak, böbrek, billur denilen koç yumurtası ve uykuluk gibi şeyler olduğunu anlatmıştı. Bizim evde bu tür yiyecek tüketilmediği için bilmiyorduk. Zaman içerisinde hepsini deneyerek inanılmaz güzel olan bu yiyeceklerin lezzetini almış olduk yani bir yerimiz şişmeden. Bu avlanmanın belirli bir saati var mıdır bilmiyorum ama daha sonra toplu halde tekrar buraya dönen avcılar avladıkları yenebilir cinsi av hayvanlarını bir araya getirerek hep beraber temizlenmelerini sağlarlar, çeşme başında yıkayıp temizleyerek bunları kaynamakta olan suya ilave edip haşlanmalarını müteakip pişmekte olan pirinç pilavının içerisine ilave ederler, kazanlar dolusu pilav yaparlar daha sonra da buradaki misafirlere ikram ederlerdi. Çok zaman sonraları bu sahiller tamamıyla SİT alanı olduğundan avlanmak ta dahil olmak üzere her şey yasak oldu. Bu tür av sezonunu açma uygulaması kaldırıldı. Daha doğrusu başka yerlere kaydırıldı. Eğer yanlış hatırlamıyor isem Kazdağına kaydırılmıştı bu faaliyetler. Daha sonrada orası da SİT alanı olup koruma altına alınınca şimdi avcılar ne yapar bilemem. O günlerde herkesin katılarak büyük bir heyecan ile beklediği bu tür bir faaliyet  daha doğrusu çok güzel bir adetimiz bitmiş oldu. Keşke başka türlü olarak devam etseydi. Ama ne olursa olsun zamanı geldiğinde Havuzlar bu tür bir faaliyetin yapılması ile Çanakkale halkının çok büyük bir kısmını buraya çekebiliyordu. O zamanlar insanlarımız bu tür toplumsal olaylara daha çok katılım göstermekteydiler.

Gelelim Havuzlar yolculuğumuza. Bende tekneyi kullanarak havuzlar denilen yere götürdüm. Orada karaya çıkarak bir yer bularak oturduk. Yemekten önce konuşur iken benim yüzme bilip bilmediğimi sordular. Bende yüzmeyi iyi bilirim oldukça uzak mesafelere açılabilirim deyince benim çocukluğuma vererek attığımı zannettiler. Haydi görelim bakalım deyince ben denize atlayarak açılmaya başladım. Öyle açıldım ki sahil küçücük kaldı. Bunlar bana ıslık falan çalarak dönmemi istediler o da olmayınca tekneye binerek gelip beni aldılar. Bana haydi gel dediklerinde ben gerek yok yüzerim diyordum. Neyse karaya döndük. Yemekler çıkarıldı. Akşama kadar eğlendik ve döndük dönerken bana bir kaşıklı olta verinde balık tutalım dedim. Bir tane verdiler. Biz bunu salarak gitmeye başladık. Az sonra bir adet balık sanırım iri bir uskumru idi yakalayarak tekneye aldık. Çok güzel bir gündü. Daha sonraları Nezihi beyin kızı Çanakkale’ye İngilizce öğretmeni olarak geldi. Öğrencileri İngilizce öğretmenlerinin maceralarını anlata ,anlata bitiremediler!!!.  Bu anlattığım Nezihi beyler ile ilgili olarak aklımda kalan başka bir olay da şuydu. Belediyenin girişinde alt tarafta büyük bir nikah salonu vardı. İşte burada sadece nikah mıydı yoksa düğün ile beraber miydi bilmiyorum bir toplantı olayı vardı. Gerçi orası nikah salonuydu düğün salonu değildi ya her neyse. O gün salonun girişine kasalar içerisinde bol miktarda o zamanki markası ile söyleyelim ÇANKA meyveli sade gazozları konulmuştu. Bu gazozlar çeşitli meyve tatlarında olup benim en çok sevdiğim Hindistan cevizli aromalı olanıydı. Ayrı bir tadı ve lezzeti vardı. İşte nikah salonu  girişine bunlardan bol miktarda ve çeşitli tatlarda olarak kasa, kasa meyve suları yerleştirilmişti. Bana da bunların başında durup çeşitli meyveli olanlarından açarak hemen yanımızda duran bardaklara doldurmak kalıyordu. İstediğim kadarını da içiyordum. Kaç tane içtim bilmiyorum başım dönmeye midem bulanmaya başladı. Orada daha fazla duramadım. Her şeyi bırakarak eve döndüm. Eve döner iken yolda istifra ettiğimi de hatırlıyorum. Sonradan babamdan öğrendiğime göre bu meyveli gazozların içerisine imalat anında votka koymuşlar nikah töreninde ikram edilmek amacıyla. Aslına bakarsanız normalde böyle bir şeyin olması mümkün değil ama sayelerinde bizde ilk alkollü içkimizi içmiş olduk.

2003 yılında Çanakkale’de iken dikkatimi çeken bir olay oldu. Harmanlık yani Barbaros mahallesi denilen yerde bir caddeye Nezihi beyin adı verilmiş. Bu tabelayı okuyunca hem eski günleri hatırlayarak hem de Nezihi beyi tanımanın gururu ile buruk bir heyecan sardı içimi. Mademki Belediye nikah salonundan bahsediliyor o zamanki gözlemlerimizden birini daha aktaralım da tamam olsun. Bir gün babamın yanına gittiğimde Belediyenin önünde kalabalık ve arabalar görünce nikah olduğunu anlamıştım. Belediyenin giriş kapısına vardığımda yaklaşık olarak on kadar Deniz Subayı bembeyaz kuğu gibi kıyafetleri ile belediyenin girişini nikah salonunun çıkışına karşılıklı olarak dizilmişler ve ellerine aldıkları pırıl pırıl parlayan kılıçlarını havaya kaldırıp selama durmuşlardı. Havada uçları birleşen kılıçların altından gelin ile damat kol kola ve hızlı adımlar ile gülerek geçmekteydiler. Kılıçların altından hızla geçen gelin ile damat Belediyenin kapısından çıkarak kapıda bekleyen arabaya binerek hızla uzaklaşmaktalar iken arkadaşlarıAcele etmeyin çok zamanınız var” diyerek sesleniyorlardı arkalarından. Bunun ne anlama geldiğini o zaman pek anlamamıştım ama etraftaki güzel giyimli ve kokulu kadınların kıkırdamaları ile şık erkeklerin manalı bir şekilde gülümsemeleri dikkatimi çekmişti. Ben giden aracın arkasından kahkahalar ile el sallamakta olanların arasından geçerek içeriye girdiğimde bir masa üzerine konulmuş büyük bir tepsinin üzerine koyu yeşil bir örtü serilmiş ve bununda üzerinde çeşitli renklerde nikah şekerleri durmaktaydı etrafa hoş kokular saçarak. Masa başında bulunanlar beni karşıdan gelir iken görünce hemen ellerine aldıkları bir Nikah şekeri kutusunu bana doğru uzatarak ikramda bulundular. Renkli simli parıltıları olan zarif bir plastik şeker kutuydu ince beyaz tül parçasına sarılarak renkli bir kurdele ile bağlanmıştı ve badem şekeri kokuyordu. Ben hemen kutuyu açarak içindeki şekerlerden alıp yemeye çalışmakta iken misafirlerde oradan ayrılmaya başlamışlardı. Masa üzerindeki şekerleri toplayıp kutuların içerisine koymakta iken birisi beni fark ederek eline aldığı iki kutu şekeri daha bana uzatınca ben önce bir nazlandım istemeyerek ama daha sonra ısrarlara dayanamayarak!!! gidip aldım değişik renkteki şeker kutularını. Etraf daha bir tenhalaşmaya başlayınca burada bulunanlardan birisi gülerek nikah olayını anlatmaya başladı ve bende kulak misafiri oldum istemeyerek ve bir yandan da güzel görünümlü nikah şekerlerini atıştırarak. Nikah başlamadan önce gelen misafirler içeriye girerek oturup gelin ile damadı beklemeye başlamışlar. Programlanan saat gelince önde gelin arabası arkasında içerisinde bembeyaz kıyafetleri ile Deniz subayı arkadaşları Belediye önüne gelerek arabadan inmişler. Yalnız burada ilginç bir olay yaşanmış hafif bir kargaşalığın ardından arabadan önce gelin hanım inmiş elinde bir kılıç ile beraber. Daha sonra arabanın içerisine uzanıp elindeki kılıcı damat beyin göğsüne dayayarak arabadan indirdiği gibi nikah salonuna bu şekilde götürmüş alkışlar ve kahkahalar arasında. İçeride nikah masasına oturup görevli memuru beklemekte iken Damat adayı birkaç kez oturduğu sandalyesinden hızla kalkmak istediyse de etrafındaki arkadaşlarının hep beraber damadın karşısına geçerek kılıçlarını şöyle bir on beş santimetre kadar yukarıya çektiğini görünce tekrar yerine oturmak zorunda kalmış. Salon kırılmaktaymış kahkahadan bu olaylar karşısında. Anlatan kişi “tam bir sinemaydı sankilim” diyerek bizi hem olaya güldürüyordu hem de kullandığı kelimeye. Aklımda bembeyaz kıyafetler kalmıştı gelinde bembeyazdı damat da misafirlerde. Etraf papatya tarlası gibi olmuştu.

Burada belediyede babam Çakal Yusuf amca ile birlikte çalışıyorlardı. Zaman, zaman bende oraya gittiğimde diğer iş arkadaşlarının günlük işlerin yanında başlarından geçenleri anlatarak gülerlerdi. Herhangi bir iş olmadığında burada bulunup iş için çağırılmayı beklerlerdi ve bu arada bir çok konuda konuşuluyordu. Bunlardan birisi Yusuf amcanın kulakları biraz ağır işitirdi ama arkadaşlarının anlattığına göre işine geleni duyar işine gelmeyeni duymazdı. Daha doğrusu duymak istemezdi diye anlatırlar örnek olarak da arkasından seslenirlerdi Yusuf efendi diye ama bunu duymaz ve yapmakta olduğu şeye devam ederdi. Ama o zamanlar çok kullanımda olan bir adet bir lirayı betonun üzerine attıklarında para şıngır diye yere düştüğünde Yusuf amca hemen dönerek bakardı paranın düştüğü tarafa.

Hemen ikinci bir anıya geçelim. Az evvel anlattığımız bekleme odasında o günün en önemli konuşması şöyleydi. Gazeteye göre bir adam Spor Totodan çok yüklü bir miktarda para kazanmıştı. Bu kişi Spor Totoyu hayatında ilk defa oynamış ve çok büyük para kazanmıştı. Konuşulan konu buymuş ve yahu bu bir şans işte adam hiç bilmiyor ve büyük ikramiyeyi kazanıyor bu konuşmalar üzerine Yusuf amca Spor Toto oynamaya karar vererek bir kupon alarak eve geliyor. Akşam yemekten sonra oğlu İsmail’e seslenerek cebimde toto kağıdı var alda gel bir de kalem bul diyor. İsmail bunları getirdikten sonra şimdi sen okuyacaksın bende sana söyleyince yaz ve yatıralım deyince İsmail okumaya başlıyor.

Eskişehir spor-PTT” diyor Yusuf amca yaz diyor 2,

Altınordu-Karşıyaka deyince Yusuf amca yaz diyor 5

İsmail bunun üzerine “Ya baba 5 olmaz” deyince Yusuf amca kızarak bağırıyor İsmail’e “Sus be ne karışıyorsun. Bunu bilmeyen kazanır.” Bunu gelip bize İsmail kendisi anlatmıştı.

Mahalledeki fırında pişirilen ekmekten bahsederken nerelere geldik. Bu fırının yanındaki komşularımızdan bahsediyorduk. Bu fırın mahallenin ortak malı gibiydi. Hemen yanına ateş için gerekli olan odunlar yığılı olarak dururdu. Her kes zaman içerisinde buraya odun getirerek koyardı. Komşu mahallede Tombak Nine denilen bir yaşlı kadın vardı. Bu kadın sabahtan akşama kadar mahalle aralarında gezer dolaşırdı. Çocuklar sık olarak onun arkasından giderek ara sıra Tombak diye bağırarak kızdırırlardı. Neden bilmem bu kelimeye çok kızardı bu yaşlı kadın. Bu lafı duyunca şöyle bir etrafında dönerek çevresini kontrol edip çocuklara sözde vurmak için odun arardı. Bizim mahalledeki az evvel bahsedilen fırın önünde devamlı odunlar bulunduğundan yaşlı kadın bunlardan birisini kavradığı gibi çocukların peşine takılarak onları koşturur bulunulan yeri biraz geçtikten sonra çocukları unutup az evvel aldığı oduna dayanarak yoluna devam ederdi. Bu yolculuk Tombak ninenin evinde son bulur elindeki odun eve bırakılınca tekrar başka bir mahalleye doğru yola çıkılırdı.

Tevfik dayı ortalıktan bir kaybolur günlerce görünmez daha sonra eli kolu dolu olarak çıkagelirdi. Ne iş yaptığını bilmiyorum ama devletin köylerdeki alacak işlerini görürmüş veya onun gibi bir şey işte. Makbule abla ise oldukça şişman ve iri yarı bir kadın olup daima yüksek bir ses tonu ile konuşur söylenmesi gereken bir şey varsa pat diye söyler lafı pek esirgemezdi. Yaramazlık yapan çocuklar olduğu zaman şalvarının ipini çözerek üzerlerine doğru yürüyüp “tutun getirin şunu bana da şalvarımın içine sokayım” derdi. Bunu duyan çocuklar bırak yaramazlık yapmayı nefes bile alamazlardı korkudan bu iri yarı kadın kendilerini şalvarının içerisine sokacak diye. Demiştik ya yaz günlerinde geceleri belirli bir saate kadar her kes kapısının önüne çıkarak burada otururdu gecenin sıcaklığından kaçınmak için. Çok sık olarak da yakın komşular hemen bir araya toplanır çaylar ve sohbetler bu şekilde yapılırdı. Bu durumda biz çocuklara da kapının önünde oynamak kalırdı. Nedenini pek hatırlamıyorum ama bazen bizim Makbule Abla beyaz bir çarşafa bürünerek hayalet kılığına girerek bizlerin ağzını yüreğine getirirdi korkudan. Yani uzun lafın kısası biz çocuklar olarak genelde saygı ile karışık korkardık bu komşumuzdan. Allah rahmet eylesin. Günler gelip geçtikten sonra zamanı gelince Tevfik dayı emekli oldu. Emekli olduktan sonra Tevfik Dayıda bazı değişiklikler olmaya başlamıştı. Daha evvel hiç görmediğimiz halde şimdi çok sık olarak sarhoş oluyordu. Tevfik dayı kafayı çektikten sonra mahallede olaylar başlardı. Mutlaka karısı ile kavgaya tutuşurlar bunu da bütün mahalleye yansıtırlardı. Makbule abla zaten yaşlı ve sarhoş olan Tevfik dayıyı altına alarak bir güzel pataklardı herkesin gözü önünde. Bir gün mahallemizde Laz Ayşe’nin evinde oturan Melek hanımların evinde mevlit okunuyordu. Tevfik dayı gene sarhoş olmuş eve yakın bir yerde yolun üzerine oturmuş hoca mevlidi okuyup nefes almak için durakladığında “Yaşa hoca efendi” ,“Nur ol hoca efendi” gibi laflar ile olaya karışıyordu. Sonunda hoca duruma el koyarak buradan alınması istemişti. Bu ve buna benzer örnekler çok ama daha fazlasına girmeye gerek yok. Son zamanlarda olayı iyice abartarak ispirto içmeye başlamıştı. Sıcak bir yaz gecesi bu tür bir ispirto içerken alkolün verdiği sarhoşluk ile şişeyi fazlaca kaldırınca ispirto üzerine dökülmüş bu arada sigara yakmak isteyince sıcaktan buharlaşan alkol alev almış Tevfik dayı feci bir şekilde yanmıştı. Hemen hastanede tedavi altına almışlardı ama nafile. Zaten aradan çok zaman geçmedi yaklaşık olarak bir hafta veya on gün sonra da öldü. Allah Rahmet eylesin. Daha sonraları kısa bir dedikodu çıkmıştı mahallede. Sözde ispirto şişesini içmek için kaldırınca karısı da şişeyi alttan ittirerek üstüne dökülmesini sağlamış, hatta bir sigara ikram edip çakmağı da onun çakarak yanmasına sebep olduğu konuşuldu. Ne kadar doğrudur bilemem. Ben inanmadım. Çünkü yeterince tanımaktaydım onları.

Mahalleye girmiş ve konu açılmışken Laz Ayşe’nin en küçük çocuğu Hüseyin’den bahsedelim. Yaşça bizlerden küçük olmasına rağmen bizimle oynamaktan zevk alan Cıva gibi yerinde duramayan bir çocuk. Atlama zıplama yerlerde sürünme hep onda. Futbol maçı esnasında bu adamı geçirme dediğiniz zaman onun bacaklarına sülük gibi öyle bir yapışır ki kurtulması imkansız. Günlerden bir gün kapının önünde beraberce ayva yiyoruz. Hüseyin (Şeker) dediğimiz arkadaşa o zamanlar “küçük adam” diye hitap ederdik. Boyunun kısa ve çok hareketli olması ve verdiği akıllı cevaplar ile de yetişkinlere taş çıkarttığı için. Kesinlikle büyüklere karşı saygısız değildi ama çok da akıllı idi. Halada öyle ya. Ayvadan büyükçe bir lokma ısırmış olacak ve ayvada bir Ayı Boğan cinsinden olacak ki yutmaya çalıştığı ayva lokması boğazına takıldı kaldı. Yutamadığı gibi geri de çıkaramıyor nefeste alamıyordu. Nefessiz kaldığından iki büklüm bir hale geldi. Ben bu arada sırtına kuvvetli bir yumruk vurunca boğazına tıkanmış olan ayva parçası pat diye boğazından çıkarak yere düştü. Bu belki nefessiz kaldığından belki de benim vurduğum sert yumruktan dolayı iki dizi üzerine çöktü. Yavaşça doğrulur iken “Hııııııııhhhhhhhh!”diye derin bir nefes aldı. Bir müddet böyle kaldıktan sonra bana dönerek “ne vuruyorsun be” diye bağırmaz mı? Daha sonra iyice kendine gelince “çok kötü oldum iyi ki vurdun” dedi. En küçüğümüz yedi yaş civarında idi. Anlatmadan geçemeyeceğim bir olay daha. Kapının önünde oynamakta olan çocuklardan bahsetmiştik ya. İşte bunların annelerinden birisi çocuğuna yiyecek her hangi bir şey vereceği zaman diğer çocukları da ayırmaz mutlaka onlara da verirdi. Hem de kendi çocuğuna verdiğinin aynı cins ve miktarı kadar. Eğer vermez ise mahallenin diğer kadınları tarafından uyarılır bir daha böyle hata yapmaması istenirdi. O insanda ya cahilliğinden yada buraya yeni geldiğinden olayı bilemediğini anlatarak affını isterdi. Çocukları ayırmadan hepsine yiyecek şeyden vermeleri gerektiğini anlatarak canları çeker, erkeklerin ise ç...kleri düşer derlerdi. Özellikle erkek çocuklara mutlaka verilmesi gerekti anlatılırdı bir hikaye ile birlikte. Bir gün mahallede oynamakta iken kadınlar bizim evin önünde toplanmış oturmaktaydılar. Annem bizlere tepside hazırlamış olduğu kurabiyelerden ikram ederek “Yalnız bir yere oturarak yiyin etrafa kırık dökülmesin çok günah” diyerek bizleri uyarınca herkes kendisine bir yer bularak oturmuş ve elimizdeki kurabiyeleri atıştırıyorduk. O zamanlar yiyecek ve özellikle ekmek kırıntılarının yere düşmesinden çok korkar yerlere düşürmemeye dikkat ederdik. Eğer kaza ile düşürür isek veya etrafımızda bir ekmek parçası bulur isek bunu üç defa ağzımızı değdirmeden öpüp başımız koyarak ayak altından uzak bir yere bırakırdık.

(Devam Edecek)

21.720 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020