YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
14 Haziran 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (11) “Çanakkale’de Hayırlar”

Çanakkale’de birde geleneksel hayırlar vardı. Hayırlara önceleri ailemiz ile birlikte gider iken daha sonraları kendi arkadaşlarımız ile beraber gitmeye başlamıştık. Meşhur Teyyare Meydanı (Hava Alanı) yoluna girdikten sonra yola devam edince önünüze kocaman pist çıkardı. O zamanlar burası kullanılmıyordu ve isteyenler bu pist üzerine çıkarak istedikleri gibi gezip dolaşabilirlerdi. Hemen aktarmak gerekirse 1 Mayıs Bahar Bayramı denilen günde insanlar ailesini ve yiyeceklerini alarak buraya gelirler, pist etraftaki boş çayırlar üzerinde oturarak hem güzel bir günün tadını çıkarır, burada ip atlayıp top oynarlardı. O zamanlar 1 Mayıs’ta Bahar Bayramı adı altında bayram vardı ve tatil olarak kutlanmaktaydı. Biz ileriki yaşlarda ailemiz ile pek bunu kutlamak için bir yerlere gitmedik ama arkadaşlar ile birlikte bu tür faaliyetler için bir yerlere daha doğrusu Şeker Pınar denilen yere giderdik. Yetişkin erkekler ve çocuklar toplanarak bu pist üzerinde kıyasıya futbol oynarlardı. Kızlar ise genelde aileleri ile birlikte voleybol türü oyun oynarlardı. Eğer buradaki yetişkin kızların arasında genç bir erkek var ise mutlaka nişanlı ve ya sözlü idiler. Erkek uzağa giden her topa koşarak aklınca nişanlısı veya sözlüsüne kur yapardı veya top yakın bir yere düşmüş ise beraberce eğilerek kısa sürelide olsa dokunurlardı birbirlerine. Aman Allah’ım ne büyük saadet!!!

Birde nişanlılar arasında erkek ailesinin kız evine koç götürmesi vardı ama bu koç Kurban Bayramında mı giderdi, yoksa hıdrellezde mi giderdi hatırlamıyorum. Fakat hafızamı yokladığımda bana hıdrellezi hatırlatıyor. Ama yine de kesinlikle emin değilim. Bu koç önce iyice yıkanıp temizlenerek tüyleri taranıp düzeltilir, sonra başına ve gerdanına kına yakılır, ondan sonra boynuzlarına bilezik geçirilerek kırmızı kurdele ile bağlanır ve hazırlanan bir tepsi çerez ile birlikte kız evine hediye olarak götürülürdü. Güzel adetler ama nerde onu uygulayacak insanlar artık. Öncelikle bu tür adetlere köylü kafası veya geri kafalık veya eski kafalık diyerek bakmamak lazım. Kesinlikle bunlar bizim örf ve adetlerimiz ve bunların unutulmaması için herkes elinden geleni yapmak zorunda. Eğer bunlar yapılmaz ise bizler Türk kimliğimizi kaybederiz. İnsanlar örfleri ile yaşarlar. Nasıl ki düğünleri kaldırıp atarak yabancı kültürlerin düğün şeklini aldık. Onlar adetlerini bizlere aktarır iken bir şey olmuyor da bizler kendi adetlerimizi uygulamaya kalkınca köylü kafası oluyor. Bu fikirlerimi savunduğum zaman etrafımdan gelen tepki kelimeleri bunlar olduğu için buraya aktararak kullandım yukarıdaki kelimeleri. Modernliğin sadece düğün salonlarında tepinmek ile ne olduğunu bilmedikleri ve hiçbir şey anlamadıkları yabancı müzik denilen zırvaları dinlemekte olduğunu zannedenlere bu anlatmak istediklerim. Sözde modernlik diye bizim geleneklerimize hiç uymayan ve adına dans denilen acayip tepinmelerden, ne yapanlar bir şey anladı, ne seyredenler. Şimdi şöyle bir düşünün eski Türk filmlerinde sanatçıların sözde parti adı altında tepinmelerini, ya evin içinde bir yerde yada havuz kenarında. Yaptıkları hareketlerin düzensizliğine ve sallanmalarına bakın. Elbette bunu gerçekten güzel yaparak seyrettirenler de var ama genelde yapanlarında sıkıldığı bir şey. Bana söyleyebilir misiniz herhangi bir düğünde Slow müziklerin dışında yapılan tepinmelerden zevk aldığınızı. Dansmış! Hadi canım sende. Şimdi aynı düğünde bizim kendi öz müziğimiz eşliğinde düğün salonu pistinde saatlerce oynayarak kan ter içerisinde kaldığımız mı bir gerçek, yoksa az evvel bahsi edilen saçmalar mı? Elbette ki kendi hareketli oynak kendi müziğimiz. Bu hiçbir zaman inkar edilemez ve edilemeyecekte. Varsa başka fikri olan söylesin. Benim görüşüm ve izlenimlerim bu. Şimdi bu satırları okuyarak beni kesinlikle yabancı düşmanı gibi görmeyin. Onların kendi düşüncelerini yaşantılarını bizzat yerinde görüp yaşayarak inceleme fırsatı buldum. Yabancı müziklerin içerisinde gerçekten hoşlanarak dinlediklerim oldukça da fazladır. Beni yanlış anlamadınız sanırım. Bu satırları okuyanlar, bu yazının içinden neyi anlatmak istediklerimi anlayanlar çıkacaktır inşallah. Anlayanlar anlamayanlara anlatıversinler bir zahmet.

Biz gene devam edelim kaldığımız yerden. Yine dönelim Tayyare Meydanındaki pist üzerine. Daha başka zamanlarda yine bu pist üzerinde halkımız direksiyon talimi yaparlardı şoför olmak için. Birde yakınlardan bir yerlerden geldiğini zannettiğim traktörde olurdu burada ve yine üzerindeki kişinin traktör sürmesini öğrenmesi için kullanılırdı. İşte bu yoldan devam ederek pistin üzerinden geçer Saraycık Köyüne Hayıra giderdik. Bazen bizler kendi mahallemizde veya buraya yakın başka yerlerde olduğumuzda Tayyare Meydanı tarafından homurtulu gürültüler gelirdi ve sesi duyanlar uçak indi veya uçak kalktı gibi ifadeler kullanırlardı. Bir keresinde Kepez tarafına doğru kalkan bir uçağı gördüğüm gibi, bir keresinde de Kepez tarafından hava alanına bir uçağın inmek için yaklaşarak alçaldığını gördüm. Bunlar ne zaman gelir, nerden gelir bilmem. Bu uçaklar çok büyük değillerdi. Tekrar dönelim Tayyare Meydanına. Bu yolun üzerinde havaalanı yolu olduğunu belirten bir tabela vardı ve bu tabelanın üzerinde ise bir uçak resmi vardı THY reklamı olarak. Eski tip pervaneli bir uçak resmi idi bu ve uçağı seyreden Fötr şapkalı kravatlı bir bey. Daha sonra bu tabelayı kaldırdılar. Sanırım havaalanı kullanımdan kalktıktan sonra oldu bu. Neyse yine pisti enlemesine geçince hemen sol tarafta sıra halinde yabani incir ağaçları bulunurdu. Bu incirler pek iri olmamasına rağmen oldukça lezzetli idiler. Buraya mutlaka uğrar ağaçlardan incir toplardık mevsimine göre. Birkaç kerede bahar ayında buraya bisiklet ile gelerek daha yeni olan yani çiçek dediğimiz haldeki incirlerden toplamıştım. Bununda sebebi bahçemizde kocaman bir incir ağacı vardı. Yalnız bu ağaç bahar ayında çiçeklendikten sonra tamamını döküyordu. Babamın danıştığı yaşlı amcalardan birisine bu konu aktarıldığında “Etrafta başka incir ağacı bulunmadığından bu ağaç tozlanamıyor ondandır. Bahar ayında deli incir tabir edilen yabani incir ağaçlarından toplayacağınız incirleri bir ipe dizerek kolye haline getirin ve ağacın dallarına asın” dedi. Bunun üzerine buradan topladıklarımızı birkaç kolye yaparak ağacın üst dallarına asmıştık ve gerçekten o sene tahmin edemeyeceğimiz kadar çok meyve vermişti ağacımız. Hem aklıma geldiği için, hem de ileride bu veya buna benzer bir problemi olan olur ise uygulayabilir diyerek aktardım buraya. Sadece incir değil etrafında başkaca ağaç bulunmadığından tozlanmayan bütün ağaçlara uygulanabilir ve başarılı olunur, olunmuştur da.

Köye gider iken nerelere daldık. Köyün halkı sevabına olarak Mevlit okutur, kazanlar dolusu pilav yapılır, içine de koyun inek, sığır v.s büyük veya küçük baş hayvan eti konulurdu duruma göre. O zamanlar bu kadar çok ve bol tavuk ta bulunmazdı. Sadece insanlar kendi ihtiyaçları kadarını beslerdi ve tavuk bulmakta zordu bulduğunuzda hazırlayıp sofraya hazır hale getirmekte. Hayır denilen yerlerde toplanılır dargın olanlar barışır, gençlere kız bakılır v.s. gibi bir çok sosyal işlevi de vardı. Hala aynı yerlerde yapıldığını sanıyorum. Gidip dolaşmakta fayda var. Buraya arkadaşlar ile birlikte gittiğimizde mevlit sonrası pilav dağıtılacağı zaman biz hemen İsmail’e “haydi Çakal bu işi sen halledersin” derdik. O da bizi kırmaz hemen kocaman bir sini kaparak pilav dağıtılan kazanların başına gider, “bunu camiden gönderdiler” diyerek en ön sıraya geçer ve yolda bu tepsinin nereye gittiğini soranlara “Camiye, Camiye” diyerek aldığı tepsiyi bize getirirdi. Bu arada hayır yapan köyün insanlarını unutmayalım hep beraber gelen misafirlere yardım etmek için ellerinden geleni yaparlar, o kadar kalabalık insanlara yardım etmek için çırpınır dururlardı. Allah Razı olsun herkesten.

Biz gene köye devam edelim. Koca Bıçak Hasanın evinde kaldığımızı hatırlıyorum. Benden büyük bir kızı vardı. Suzan abla. Nedense bana Mehmet diye hitap ederdi. Nedendir bilmem! Akşam olunca Koca Bıçak Hasan bizlere hikayeler, kısa süre önce seyrettiği veya daha evvel seyredip de çok beğendiği filmleri anlatırdı. Bu hikayeler arasında genelde pehlivan güreşleri Adalı Halil veya Kel Aliço gibi hikayeler anlatırdı. Bizde nefes almadan dinlerdik. Çok güzel anlatırdı. Ses tonunu vurgulamalarını öyle ayarlar idi ki olayı sanki dinlemiyor yaşıyor gibi olurduk.

İtfaiyede babamın yanına gittiğimde karşıda kocaman bir inşaat yapılmaktaydı. Burasının sinema olacağı söylendi. Ne kadar zamanda yapıldı bilmiyorum ama bana göre çok kısa bir süre idi. Bu sinema tamamlanarak hizmete açıldı ve bizim hayatımızda da oldukça önemli yeri olmaya başladı sırası geldikçe anlatırız. Adı “İPEK Sineması” olarak konuldu. Sinema yola paralel olarak yapılmıştı. Karakola bakan duvar tarafında perde vardı. Kapıdan içeriye girdiğinizde sizi bir koridor karşılardı. Hemen sağa döndüğünüzde balkona çıkan merdivenler vardı. Koridorda biraz ilerleyince sağ tarafta açılan bir kalın siyah perdeli kapıdan girince sinema salonuna girerdiniz. Kapıdan girdiğinizde tam karşınızda tuvaletler vardı sağlı sollu olarak. Alt kattaki salona girildiğinde yine sağlı sollu olarak koltuklar mevcut olup, bunların tamamı tahtadan yapılmış olan ve oturak kısımları yatabilen tip klasik koltuklardandı. Ama balkona çıkıldığında yine tamamı perdeyi çok rahat olarak görebilen koltuklar sıralanmıştı. Fakat bunların üzerleri deri ile kaplanmış yumuşak koltuklar vardı ve bunun için çok rahattı dolayısı ile ücret olarak ta alt kattakilere göre biraz daha pahalı idi. Bazen akşamları ailemiz ile birlikte sinemaya giderdik. Balkon tabir edilen yere oturur filimi seyrederdik. Daha çok küçük olduğum için yalnız başıma gidemezdim. Salı günleri öğleden sonra aileye de film gösterimi olurdu. Bazen mahallenin kadınları ile birlikte gittiğimizde olurdu. Benim yaşım gelip sünnetimi de yaptırdıklarında ne oldu nasıl oldu pek aklımda değil ama Pazar günü kesilme işlemi oldu. Salı günü annem bana “biz sinemaya gidiyoruz haydi sende gel” dedi. Sünnetten sonra çocuklar birkaç gün uzun fistanları ile ve alt tarafları açık olarak gezerler. Bana annem bu tür giyinmemi söyledi ise de ben düğün için yaptırılmış olan kısa pantolonumu giyerek sinemaya o şekilde gittim. Eğer sünnet düğünü ile aklıma gelenler olur ise daha sonra uygun bir yere aktarırım. Dedik ya sinemanın ayrı bir yeri vardı bizim hayatımızda.

Bizim evin yan tarafı boş bir arsa idi. Günlerden bir gün burada çalışmalar başladı. Temel kazıldı, inşaat başladı. Fakat bir zaman sonra durdu. Yani bu bir zaman dediğim duvarlar çıkmaya başlayınca çalışmalar durdu. Binanın sahibi o günlerin ağzı ile Laz Ayşe ve Naci Abi.  Gündüz çalışmalar durmasına rağmen geceleri Laz Ayşe abla elinde tuttuğu bir gaz lambası ile ışık yapar, Naci Abide bu ışık altında duvar örmeye çalışır idi. O zamanlar paramı yoktu, insanlar fakir miydi. Bilemiyoruz.

Mahallede evler birer ikişer kat olarak çıkmaya başlamıştı. Biz evde gaz lambası kullanıyorduk aydınlatma olarak. Zaman içerisinde evimize elektrik bağlandı ve bizlerde bol ışığa kavuştuk. Oturduğumuz odada bir tanede radyomuz vardı. Bu radyodan uzatılan bir kablo ile komşularımıza bir hoparlör bağlamıştık. Bizde radyo açıldığı zaman onlarda dinleyebiliyorlardı. Bu radyoyu Çöpçü Recep abi diye anılan komşularımıza bağlamıştık. (Bu ifade küçümseme anlamında değil, o günün ifadesi olduğu için bu şekilde yazdım) Bizden biraz uzaktaydı. Bu arada aklımda kalan bir şey ise bizde radyo olmasına rağmen saat yoktu. Radyonun hoparlörüne doğru saat kaç diyerek bağırdığımızda onlarda aynı şekilde cevap verdiklerinde anlaşabiliyorduk. Dedikleri rahatça anlaşılıyordu. Bu bizim o zamanlar bulduğumuz bir haberleşme yöntemiydi. Radyonun hayatımızda oldukça önemli bir yeri vardı. O zamanki deyim ile büyükler ajansları (Haberleri)  mutlaka dinlerlerdi. Tabii daha sonra da şarkı veya türküler dinlenirdi. Bazen Zeki Müren'in konserleri de olurdu bu radyoda. Akşamları yayınlanan “arkası yarın” gibi tiyatro programı da oldukça sık dinlenirdi. Radyoda reklamlar kuşağının başlamasını büyük bir heyecan içerisinde beklerdik. Bu reklamlar kuşağında bir çok konudan bahsedilir ürünlerin reklamı yapılır ve bazı büyük firmaların sponsorluğunda daha başka eğlenceli programlar yayınlanırdı. Heyecan ile beklediğim bu programlardan birisi Orhan Boran ve Yuki adlı yapımdı. Yuki yaramaz bir yaratık olup akıllıca verdiği cevaplar ile bizleri şaşırtır ve güldürürdü. Bundan başka Erkan Yolaç’ın Evet Hayır yarışması da oldukça neşeli olurdu. Bu reklamlar arasında günün en sevilen parçaları da çalınırdı. Akşamları yemeğin hazırlanmasını bekler iken reklamlar programını izlemeyi çok severdim. Akşamları yabancı bir radyo (sanırım Budapeşte Radyosu) Türkçe yayın yaparak masal anlatmaktaydı. Buraya mektup yazarak katılabiliyordunuz. Bende verilen adrese bir mektup yazarak benim içinde bir masal anlatmalarını istedim. Bir zaman sonra radyoda benim için anlatılan bir masalı yine benim ismimi söyleyerek anlatmaları gerçekten hoşumuza gitmişti. Masal anlatılarak olay bitmiş gibi görünmekte iken hiç beklemediğimiz bir olay oldu. Bir Pazartesi sabahı okulun bahçesinde toplanarak İstiklal Marşını söyledikten sonra Okul müdürümüz öğrencilerin dağılmamalarını isteyerek  yüksek bir yere çıkarak elindeki mektup zarfını göstererek konuşmaya başladı. Öğrencilerimizden birisi sosyal faaliyetlere katılarak işte bilmem ne radyosundan bir masal istemiş o radyo görevlileri de bu isteğimizi yerine getirerek bana da bir teşekkür mektubu yazmışlardı. Ben okul adresini vermiş olacağım ki mektup buraya gelmiş bunu da Müdür öğretmenimiz alarak okumuştu. Çünkü mektup o zamanlarda çok görülmeyen bir şekilde yeşil renkli çok zarif bir zarf içerisinde gelmişti. Buda müdürün dikkatini çekmişti. Elindeki mektubun metnini okuduktan sonra beni yanına çağırarak hem bu tür bir faaliyete katıldığım için beni kutlamış, hem de mektubumu teslim etmişti bana.

Radyo en popüler eğlence aracımız idi. Akşam olup ta  reklamlar başladığında  bazı sponsor firmalar günün popüler şarkıları ile ilgili program yaparlardı. Bunlar daha çok Sanat Müziği parçaları ile Türk halk müziği  parçaları idi.

“Yad eller aldı beni

Taşlara çaldı beni

Yardan ayırdı felek

Gurbete saldı beni” diyerek başlayınca içeriden annemde başlardı eşlik etmeye. Yada Halk müziğinden bir türkü çıkınca daha başka olurdu. Aşık Veysel’in “Çiğdem derki ben alayım. Benden ala çiçek var mı? diye başlayan güzel eseri ile “uzun ince bir yoldayım” parçası kendi sesinden yayınlanırdı. Bunun ardından “Balıkesir yolunda, sepeti var kolunda”  türküsü başlayınca bunun bir Çanakkale türküsü olduğunu bilerek daha başka dinlerdik. Hele bir de Saniye Can çıkınca radyoda can kulağı ile dinlerdik. Çünkü kendisinin Çanakkaleli olduğunu bildiğimiz gibi oturduğu evi bile biliyorduk ve bunun üstüne ben şanslıydım çünkü kendisini bizzat görmüştüm. Yahudi terzinin yanında çırak olarak çalışır iken bir gün bulunduğumuz sokakta fazla kalabalık birikmişti. Ne olduğunu anlamak için kapıya çıktığımızda çok güzel uzun boylu sarışın bir kadın, etrafında birikmiş olan kalabalık ile tezahüratlar arasında yürüyordu. Hemen karşımızdaki evine girerek kapıda son defa arkasına dönüp kalabalığa selam ile birlikte bir öpücük göndererek kapattı kapısını. Daha sonra üst kattaki pencereye çıkarak tekrar selamladı kalabalığı. Saniye Can imiş. Meşhur Çanakkaleli türkücü Assolist. Bu arada sabahları üst kat penceresi yanına oturup dışarısını seyreder iken çay içtiğini hatırlıyorum. Aradan bir kaç gün geçince Saniye Can kapının önüne çıkarak oynamakta olan çocuklar ile şakalaşmaya başlayınca koşarak bende gittim daha yakından görmek amacıyla. Gözlerine kocaman camları olan koyu renk güneş gözlüklerini takarak zarif adımlar ile yürüdü çarşıya doğru. Bembeyaz tenli sarı saçlı ve çok alımlı idi. Radyodan nereye geçtik tekrar geri dönelim radyoya. Birde Kıbrıs ile ilgili bir program vardı radyoda. Burada daha evvel birlikte yaşamakta olan Türk ve Rumların daha sonra Rum çetelerinin köyleri basarak büyük küçük demeden herkesi öldürdükleri dramatize edilerek aktarılırdı. Hatta bir gün Çanakkale’deki bütün insanların (halk) toplanıp başlattıkları miting çarşı içinden başlayarak koca köprüden geçip o zamanlar çok şöhretli olan AKFA Fabrikasına kadar sürmüş ve aynı heyecan ile tekrar başladığı yere geri dönene kadar da devam etmişti. Buradan Rumlara “Yeter artık yoksa gelir isek sizi fena yaparız” veya “İzmir’i unutmayın” gibi sloganlar atarak oldukça ses getirecek şekilde devam etmişti. Slogan atan halkın etrafında polis ve Jandarma askerler sıralanmış olarak gidiyorlar, ama kimseye bir şey demiyorlardı. Biz bu olayı seyretmek için Bekir Dayı dediğimiz akrabamızın evinde misafirlikte oturur iken bu insanların İzmir ana yolu üzerinden geçtiklerini görmüştük. Olaylar sırasında annem benim dışarıya çıkmama müsaade etmedi. Bu o zamanki adıyla nümayişlerin yapıldığı zaman ben çok ufaktım. Sanırım daha okula gitmiyordum bile fakat insanların toplanarak gerçekten kızgın bir halde caddelerden geçişlerini hala net olarak hatırlıyorum. Tam bu mevki ye gelmiş iken bu evin karşısında eskiden kalma bir çeşme vardı. Bu kümbet şeklinde bir şey idi ama deposunun içinde su yoktu. Üzerinde bulunan bir delikten buranın deposunun içerisine girerek etraftan saklanarak oynardık. Çeşmenin hemen yanında ise kocaman bir Tespih ağacı vardı. Bu ağacın Tespih tanesi büyüklüğünde meyveleri olurdu. Zamanı geldiğinde bu meyveleri toplayarak üzerindeki ince kabuk ve etli kısmını temizledikten sonra kalan sarı renkli çekirdeği bir kalın iğne vasıtası ile kolayca delinerek tespih şeklinde bir ipe dizerek tespih yapardık. Tabi ki bunları kurutmadan ve yaş halinde iken yaptığımızdan kısa süre sonra çürüyüp bozularak kötü bir şekilde kokardı. Yani kurutulması gerekiyordu. Yenebilir bir cins meyvesi vardı. Zaten çekirdeğin üzerinde çok az bir etli kısım vardı ama tadı öyle çok güzel değildi. Yani yemeseniz de olur. Sanırım buradaki yolun genişletilmesi amacıyla yıkılarak yok edildi. Ne zaman yapılmıştı bilmiyorum ama arkasında su birikimi için depo bulunduğuna göre oldukça eski bir yapı olmalıydı. Ön tarafta Su akması gereken bir yer olmasına rağmen bunun ucunda bir musluk yoktu ki, bu zamanında salma olarak aktığını gösterir ve buradan yola  çıkarsanız oldukça eski bir yapı olması gerekir. Keşke olduğu yerde dursaydı Tam yeri ise İzmir yolunun “Ali Beyin Değirmeni” denilen yerde idi. Şimdi burada  büyük bir tamirhane var. Yine bu arada bu yolun yanında tam köşede kalan yerde yanlış hatırlamıyor isem Salih’in Kahve denilen bir kahvehane vardı. Bir gün mahallede buraya denizden tutulmuş bir canavar getirmişler diye bir şeyler duyunca, zaten bizim evlere de yakın olduğundan Anneannemlere gitmek bahanesi ile geldim. Kahvenin önünde Çardak denilen asma ağacının dalları demir direklere sardırılarak yapılmış bir gölgelik vardı. İnsanlar yaz günlerinde burada otururlardı serinlemek için bunu sizlere çardağın yüksekliğinin anlayabilmeniz için aktardım. İşte buraya geldiğimde yüksek çardağa kocaman bir köpek balığı asmışlardı. Kuyruğundan bu çardağa asılmış olan köpek balığının kafası tamamen yerde idi yani başı ile gövdesi neredeyse doksan derecelik bir açı teşkil etmişti. Ağzına uzun bir çubuk sokarak açık hale getirmişlerdi ve dişleri çok korkunç görünüyordu. Çanakkale Boğazı’nda Abidenin bulunduğu kısımlarında bir yerde yakalamıştı balıkçılar. Ekonomik bir değeri olmamasına rağmen buraya getirilmişti. Daha sonra Balıkhaneye götürdüler ama ondan sonra ne oldu bende bilmiyorum. Aklımda kalan bir anı olarak aktardım işte. Hemen aklıma gelen başka bir anı ise babaları balıkçı olan bazı arkadaşlarımız vardı. Biz erkek sanat enstitüsünde okumakta iken bu balıkçı ailelerin çocukları okula köpek balığı derisi getirirlerdi ve bunu zımpara olarak kullanırlardı. Demir malzemeleri bununla zımpara yaparak parlatırlardı. Gerçekten zımpara görevi yapıyordu ama felaket şekilde kötü kokuyordu. Bozulmuş ve çürümüş balık kokusunu bir düşünün. O berbat koku hala burnumda yani. Bu Salih’in kahvenin yanında bakkal dükkanı vardı. İşte bu dükkan bir keresinde korkunç bir felaket yaşamıştı. Bahsettiğim yerdeki yol şimdilerde kapalı bulunan yol eskiden trafiğe açık durumdaydı buradan bizim eve giden yola çıkarsınız. İşte tam burada köşede bir bakkal dükkanı vardı eskiden. Az evvel bahsettiğimiz Salih denilen kişilerindi burası. Burası oldukça elim bir kazaya sebep olmuştu. Aileden bir genç delikanlı nişanlısı genç kız ile dükkanda bulunmakta imişler. Anlatılanlara göre anayoldan buraya dönen Cemse’nin önüne aniden ufak bir çocuk çıkmış ve aracın altına girmiş. Bunun üzerine şoför çocuktan kaçmak için direksiyonu sertçe çevirince araç bütün hızı ile binaya girerek yukarıda bahsedilen feci olayı meydana getirmiş ve mahalleyi üzüntüye boğmuştu. Kapının kasasının, çarpmanın şiddeti ile kırılarak orada bulunan genç kızın bacaklarının arasından girip göğsünün üst kısmından çıktığını anlattılar görenler. Ne kadar feci değil mi? Oldukça heyecan ve üzüntü yaratmıştı bu olay o zamanlar. Ölen genç kız için uzun süre ağlamıştı mahallenin kadınları bu olayı birbirlerine aktararak. Ben kazadan sonra buraya giderek Cemse’yi binanın içerisine girmiş olarak gördüm. Aracın burnu içeriye girmiş ve öylede kalmıştı. Ben içeriye bakmak için buraya geldiğimde ilk dikkatimi çeken şeyin aracın çok kocaman olan tekerlekleri idi. Benim boyum kadar vardı. Şimdi kazanın oluş zamanı ve şekli ile anlatılanlara dönelim. Bu Cemse'nin binaya nasıl girdiği herkesi şaşırtmıştı. Bu arada lafı uzatarak biraz heyecanı bastırmak istedik ama olsun artık. Olayın sonuna gelindiğinde kazaya sebep olan küçük çocuk ise aracın altından sağ ve yara almadan çıkıp ağlayarak koşmuş evine doğru toz toprak içerisinde ve neye sebep olduğunu bilmeden. Burada anlatmak istediğim olay biraz farklı. Birazda o zamanlar yaşanmış olup ta insanları oldukça üzüntüye boğan olayları da aktarmak lazım. Anlatacağım olayı dinledikten sonra ben olayı yukarıdaki gibi hatırlamama rağmen yaptığım araştırmada olayı yine aynı şekilde cereyan etmesine rağmen kocaman askeri araç az evvel bahsettiğim eve değil, tam köşede bulunan bakkal dükkanına girmiş ve yine nişanlı olan genç kızı burada tezgah başında öldürmüştü. Ama bütün düşüncelerimi buraya yoğunlaştırmama rağmen bir türlü o bakkal dükkânına giren aracı hatırlayamıyorum. Benim aklımdaki olay yukarıda anlattığı şekilde kalmış. Doğrusu yanlışı ile veya sevabı günahı ile ben bu şekilde anımsıyorum. Bu aralarda Çanakkale’de bulunduğum için olayı daha yetkili ağızlardan araştırarak buraya almak niyetindeyim. Haydi, bakalım hayırlısı olsun.

Şimdi bu ölümlü trafik kazalarının anlatımına başlamışken bir tane daha aktaralım. Gerçi “yeter artık içimizi kararttın” diyen seslerinizi duyar gibi olmaktayım ama, olayın ilginçliği sayesinde bu konunun aktarılması gerekir diye düşünmekteyim. Olay hem acı bir trafik kazasını! Hem de nişanlı bir kızdan bahsettiğinden burada anlatılması gerekmektedir. Yine bizim Harmanlık Mahallesinde bir kız ile sanırım taksicilik yapan bir delikanlı önceleri konuşarak anlaşıp daha sonra bir nişan yapıyorlar. Güzel günler çabucak geçiyor ve şu anda sebebini bilemediğim bir olay yüzünden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Delikanlının ısrarlarına rağmen kız geriş adım atmıyor ve tekrar barışma tekliflerini kabul etmiyor. Bunun üzerine delikanlı “bana yar olmayanı başkasına yar etmem” diyerek ortaya bir laf atıyor. Günlerden bir gün koca köprü üzerinde kaldırımda yürümekte olan eski nişanlısına rast gelen delikanlı arabayı kızın üzerine sürerek köprünün korkuluk demirleri ile arabanın arasına sıkıştırarak kızın ölümüne sebep oluyor. Şimdi bir otomobilin yüksekliğini düşünün birde şu andaki koca köprünün kaldırım yüksekliğini düşünün. Gerçi bu bahsettiğimiz kazanın bulunduğu kaldırım daha sonra 2001 yıllarında kaldırılıp köprü genişletildi ama olsun hala burası oldukça yüksek. Neyse arabası ile kıza çarparak ölümüne sebep olan şoför oradan kaçıyor ve bir iki gün sonra kendiliğinden teslim oluyor. Nedense bütün suçlarda böyle bir anlayış vardı. Herkeste illa olay yerinden kaçarlar, daha sonra kendiliklerinden teslim olurlardı. Bunun mantıklı bir hukuki tarafı vardır mutlaka. Konumuz bu değil. Yoldan geçenler kazayı görüp yetişerek hemen kızı hastaneye kaldırıyorlar ama kurtarılamıyor ve kız ölüyor. Delikanlı teslim oluyor ve olay mahkemeye varıyor. O zamanlar Çanakkale’de çok meşhur olan bir avukat vardı ama şu anda ismini hatırlayamayacağım. O avukat için “ipten adam alır” derlerdi. Yani çok iyi bir avukat imiş. Kız tarafı olayın kasti olduğunu, bilerek öldürdüğünü iddia etmelerine rağmen şoför aracın bilmem neresinin kırıldığını bu yüzden direksiyon hâkimiyetini kaybettiğini beyan ederek olayda kastının olmadığını ifade ediyor. Sonucuna gelmek gerekir ise çocuk birkaç aylık bir tutukluluktan sonra serbest kalarak tahliye oluyor. Zaten Çanakkale halkı mahkemenin olacağı zamanlarda az evvel bahsedilen avukatın davaya bakacağını öğrenince ortak bir karara varmış gibiydi. “Tamam, bu dava en kısa sürede biter ve bu çocuk dışarıya çıkar” diyorlardı. Buradan yola çıkarak insanlar bu olay üzerinde günlerce konuştular. Herkesin ortak kararı şuydu. Trafik kazalarının yasalarına göre bir insanı öldürmek gerçekten çok kolaydı ve cezası da oldukça az idi. Eğer başka türlü bir öldürme olayı gerçekleşse idi en azından yirmi dört yıla yakın bir cezası olurdu ama, trafik kazası diye yutturulunca ceza sadece birkaç aylık bir tutukluluk gerektiriyor ve sonucunda olay kapanıyordu. Bunun adalet neresinde diye konuşurdu büyüklerimiz. Gerçi o günlerden bu günlere trafik kanunlarından pek değişen bir şey yok ama olsun elbet bir gün düzelir.

(Devam Edecek)

3.260 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020