YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
28 Haziran 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (13) “1960’lı Yıllardaki Sel Felaketi ve Çocukluğumuzun Oyunları”

Çanakkale’de mahallede evler birer ikişer çoğalmaya başlamıştı. Bunların çoğalması demek benimde arkadaşlarımın çoğalması demekti. Bizler çocuk olduğumuzdan bizim en büyük merakımız oyun oynamaktı. Çocukluğumuzda çocukların oynayabileceği bütün oyunları oynayarak enerjimizi harcıyorduk. Bizim “Çelik Çomak” dediğimiz halk arasındaki tabiri ile (MET) sonra camdan yapılmış yuvarlak bilyeler ile oynardık ki, biz bu bilyelere (MEŞE) derdik bazı yerlerde cicoz denilmekte. Dokuz kiremit dediğimiz ve mahallede kız erkek beraber oynadığımız ve biz oynar iken mahallelinin de bizleri seyrederek hakemlik ve tezahürat yaptıkları oyun hepsinden çok sevdiklerimiz idi. O zamanlar çocukların şimdilerdeki gibi televizyonun karşısına oturup da saatlerce çizgi film izleme imkanı da yoktu. Çeşitli renk ve maharetlerde pahalı oyuncak almak veya bulmak imkanları da. Onun için oyuncaklarımızı kendimiz yapar ve bunlar ile oynar iken kırılmasınlar veya bozulmasınlar diye elimizden gelen bütün gayreti gösterirdik. Annelerimizin dikişlerinden çıkan dikiş makaralarını bizler değerlendirerek ya onları karton kutulardan yaptığımız arabalara tekerlek olarak kullanır, ya da daha büyük boyda olanlarının dışına bir lastik bağlayarak ortasına bir kalın metal örgü şişi sokarak basit bir yay düzeneği gibi kullanır, daha evvel anlatmış olduğumuz teneke kutunun dibini çıkarıp cam takarak su altını görür ve burada gördüğümüz dil balıklarını rahatça avlardık. Bahar geldiğinde herkesin ortak meraklarından birisi gül şurubu yapmak idi. Edindiğimiz bir şişenin içerisine su doldurur ondan sonrada bahçelerimizde bulunan kokulu güllerin pembe kırmızı yapraklarını bu şişenin içerisindeki suyun içine atar bulduğumuz bir çubuk parçası ile de bu yaprakları ezmeye başlardık. Bir zaman sonra yaprakların kırmızımsı rengi suya çıkardı. Bir parça da limon tuzunu içerisine atınca bir iki gün bekleyince gül şurubumuz hazır hale gelirdi. İçer iken bir miktar şeker ilave eder ve bitmesin diye yavaşa yavaş yudumlardık. Birde ağaçlardan topladığımız macuna benzeyen sakız gibi bir maddeyi küçük şişelerin içerisine koyar üzerine bir miktar su ilave ederek zamk yapardık. Bununla daha evvelden toplanmış olan dikiş ipliği makaralarını kızların terliklerinin altlarına yapıştırarak onlara topuklu ayakkabı yaparak gönüllerini alırdık. Oyuncağımızı ve kullanacağımız malzemeleri kendimiz yapardık. Yazın herhangi bir sebepten dolayı elimize büyük renkli kağıtlar geçer ise büyük bir dikkatle saklar, okullar açıldığında bununla kitaplarımızı kaplardık. Yoksa biz kitaplarımızı sadece gazete kağıdı ile kaplayabilir buda kötü bir görüntü yaratırdı bizim için ama, daha önemlisi arkadaşlarımıza karşı mahcup olabilirdik. Onların güzel kaplama kağıtlarının yanında.  Her şey çok kıymetli idi bizler için.

Çocuklar oyunlarını oynadıkları sürece kimseye de rahatsızlık vermezler. Topluma uymasını paylaşmasını grup olarak bir şeyler üretmesini ve oyunu kazanmak için kafalarını kullanmalarını öğrenirler. Ama şimdi bakıyorum aileler çocuklar tam oyun kurup oynamaya başlamışlar iken seslenip “gel bak çizgi film başladı” diyerek çağırıp sözde iyilik yaptıklarını zannediyorlar.

Yaz günleri akşamları daha evvel bahsettiğimiz çayırlıkta saklambaç oynardık erkek çocuklar olarak. Etraf geniş olduğundan saklanması da aranması da zevkli olurdu ve bunun yanında kimse tarafından da rahatsız edilmezdiniz. Oyunlarımız arasında, bahsettiğimiz gibi denize giderek yüzmek oldukça fazla yer tutmaktaydı. Mahallenin bütün çocukları oldukça iyi bir şekilde yüzmeyi biliyorlardı. Çok ilerilere doğru açılarak aklımız sıra kendi aramızda bile yarışıyorduk. Bazı zamanlar denizden geldikten sonra ön yol üzerinde bulunan Nevzat’ların kapısının önünde toplanarak sahip olduğumuz hazineyi, ortaya çıkartıp paylaşıp okumaya başlardık. Bu hazine o zamanlar çok meşhur olan ve hemen bütün çocukların büyük bir zevk ile okudukları çizgi romanlar idi. Bunlar en meşhurları Teksas, Tommiks, Teks, Zagor, Kinova, Süperman gibi kitaplardaki çizgi roman kahramanların maceraları idi. Artık hepimiz Amerikan tarihini yeterince öğrenmiştik ve kendimizi bu kahramanlar ile özdeşleştirip hayali oyunlar kurarak oynuyor eğleniyorduk. Herkes sahip olduğu kitapları buraya getirerek ortaya bırakır, herkes buradan alarak okumaya başlardı. Bu okuma işlemi birkaç saat sürerdi bazen. Yine aklımda kalanlara göre yakın mahalleden çocuklar ellerinde bu tür kitaplar ile bizim mahalleye gelerek aramızda değiş tokuş yapardık. Böylece okunmayan kitaplar el değiştirmiş olur ve bizde yeni maceraları öğrenirdik. Gerçekten oldukça önemli yer tutardı hayatımızda bu kitaplar. Şimdilerde kalmadı bu tür kitaplar. Daha sonraları bir Türk kahraman olan Karaoğlan diye bir kitap çıkınca buna daha çok önem vermeye başlamıştık. Nede olsa bizden bir kahraman idi. Gerçekten çok güzel günlerdi bu zamanlar.

Burada o zamanlar oynamakta olduğumuz çocuk oyunlarını artık bu türlü çocuk sokak oyunu kalmadığı için anlatmak istiyorum. Bu konuda araştırma yapanlara bir fikir verir sanırım. Öncelikle MET denilen oyundan bahsedelim. Bunun diğer adı ise çelik çomak oyunudur. Bazı çocuk kitaplarında olduğu gibi romanlarda da geçmekte bu  oyunun adı. Önce yaklaşık olarak on beş santimetre uzunluğunda yaklaşık olarak iki üç santimetre kalınlığında bir ağaç çubuk olması lazım ki bunun adı çeliktir. Yine aynı kalınlıkta ama bu defa boyu en az altmış santimetre veya daha yukarısı olan bir ağaç çubuğa ihtiyacımız var ki bunun adı da çomaktır. Önce oyun iki grup halinde oynandığından grubun seçilme işlemi olur. Oyun beyleri belirlendikten sonra diğer oyuncular teker, teker seçilir. Bir bu bey seçer bir diğer oyun beyi. Bundan sonra ise çukur açma işlemi başlar. Oynanacak olan alanda yere yine yaklaşık olarak on santimetre genişliğinde ve on santimetre derinliğinde bir çukur kazılır. Bu çukurun kazılması esnasında oyuna katılacak olan kişiler ellerindeki çomakları kullanarak ve bu çomakları bacaklarının arasına kıstırarak yere bastırıp çomağın ucunu toprağa saplayıp ellerindeki çomakları karşıya doğru sertçe kaldırıp yerden bir parça toprak kaldırarak oynanacak olan çukuru kazmaya başlarlar. Bu işlemin ardından yaklaşık olarak on metre kadar ileriye bir çizgi çizilir. Yine bu çomağı kullanarak grup beylerinin seçtiği birer  kişi açılan bu küçük çukurun başına geçerek ellerindeki çelikleri bu çukurun içine koyarlar. Çeliğin yarısı çukur içerisinde kaldığı gibi diğer yarısı da toprak üzerinde kalır. Ellerindeki çomak ile bu çukurun dışında kalmış olan çeliğin kafa kısmına eldeki çomak ile kol yukarıdan aşağıya doğru savrularak sertçe vurulduğunda çelik çukurun içinden kalkarak havalanır. İşte bu çelik havada iken eldeki çomak ile hızlı bir şekilde vurulduğunda çelik olabildiğince ileriye doğru fırlar gider. Aynı işlemi diğer kişi de yaptığında hangisinin çeliği daha uzağa gitmiş ise oyuna önce o grup başlar.

Genelde saklambaç gibi oyunları zaten oynamakta idik. Bunun içinde çayırlığı seçerdik. Arazi geniş olduğundan saklanmak oldukça kolay ve zevkli olmaktaydı. Yakan top ve dokuz kiremit oyunlarını çok sık oynamakta idik.

Genelde kalabalık olduğumuz zaman bu oyunları seçmekteydik. Meşe dediğimiz bilye oyunları da biz erkekler arasında oldukça popüler bir oyun idi ama kızlardan bu oyunlara katılarak bizler ile birlikte oynayanlar vardı. Bunlardan biriside şimdi benim eşim olan Ayşe idi. Erkek çocuklar gibi inadına oynamaya çalışır, canla başla çalışarak bu oyunun üstesinden gelirdi. Şimdi burada hemen aklıma geliveren bir anıyı aktarayım. Bu olay bahsedilmiş olan zamandan yaklaşık olarak otuz yıl sonra gerçekleşti ama anlatmakta fayda var diye düşünüyorum. Tarih olarakta 1988 yılında geçen bu olayda ikamet ettiğimiz Eğitim Merkezi lojmanlarında iken komşuların çocukları arka bahçenin orada bir yerde bizim meşe dediğimiz ama oradaki çocukların cicoz dedikleri oyun oynamaya başlamışlar. Bizim hanımda bunların oynadığı oyunu görünce evde çocuğuma ait olan bir miktar bilyeyi alarak yanlarına çıkmış çocuklara bunları vermek amacıyla. Elinde bir torba bilye ile yanlarına varınca şaka yollu takılarak bende oynayayım mı?” deyince çocuklar ”haydi gel Ayşe abla oyna ama biz seni üteriz” diyerek davet etmişler oyunlarına. Bunun üzerine Ayşe hanım hırslanarak “haydi gelinde ütün bakalım” diyerek başlamış onlarla birlikte oynamaya. O günkü oyunların sonunda çocukların ellerindeki bilyelerin tamamını ütmüş. Akşam ben işten gelir iken çocuklar benim önüme geçerek “Ayşe abla bizim hepimizi üttü” diyerek bana şikayet yollu olayı aktardılar. Eve geldiğimde “hayrola ne oldu?” deyince  eşim olayı bana aktardı. Bende “ver çocukların bilyelerini” deyince “çaktırma, biraz eğlenelim veririz” deyince bende sesimi çıkarmadım. Ertesi gün hafta sonu olduğundan bende evde idim. Çocuklar toplanarak tekrar bizim evin yanına gelerek oyuna davet ettiler bizim hanımı. Oda çocuklara hitaben “şimdi gidin ve annenizden para alarak kantinden bol miktarda cicoz alın ondan sonra gelin” diyerek oynama tekliflerini cevaplamış oldu. Kısa bir süre sonra çocuklar tekrar gelerek oyun davetlerini yine dile getirdiler. Hanımda bahçeye çıkarak oynamaya başladı. İkindiye kadar süren oyunların ardından çocukların hepsi gene ütülmüş bir vaziyette kaldılar. Hanımın önerisi yine aynıydı “gidin yeni cicoz alın gelin devam edelim” Çocuklar tekrar geldiklerinde oyun tekrar başladı ve akşam olduğunda çocuklar tekrar boynu bükük bir şekilde kalmışlardı. İki günden beri oynamaktalar ve üteriz gözü ile baktıkları Ayşe Hanım dişli çıkmış ve hepsini ütmüştü. Olay Pazar günüde aynı şekilde sürdü ve çocukların artık üzüntüden konuşacak halleri kalmamıştı. Hava kararmadan kısa bir süre önce Ayşe hanım çocuklara; iki günden beri oyun oynadıkları çocukların hepsini çağırmalarını istedi. Bir zaman sonra hepsi toplanınca sahip olduğu cicozların hepsini teker teker dağıttı çocuklara. Kaybettiklerini geri almanın verdiği sevinç ile çocuklar bir anda neşeye boğulmuşlar idi. Bir zaman sonra aynı çocuklara “Ayşe hanımın haydi bende oynanayım” teklifini geri çevirerek bir daha oyuna almadılar. Çünkü ellerindekilerini tekrar kaybetmek istemiyorlardı. İlginç bir anıydı bizler için sizler ile paylaşmak için aktardım buraya. Daha evvel bahsettiğim çikletten çıkan resimler vardı ya, işte onlar ile oynanan oyunlarımız vardı ve oldukça iddialı oyunlar yapılmaktaydı. Her resmin üzerinde mutlak bir numara vardı. Biz elimize aldığımız bir tomar kağıdı şöyle bir karıştırdıktan sonra avucumuz ile sakladıktan sonra karşımızdakine “Alt mı, Üst mü?” diye sorardık. Oda birisini söylediğinde alttaki ve üstteki kağıdı açarak bakardık. Hangisinin numarası küçük ise numarası büyük olana bir adet o resimden verirdi. Böyle sürer giderdi oyun. Bazen de bu oynadığımız oyunlara mahalle halkı da katılarak hem bizleri coşturmak amacıyla tezahürat yaparlar, herhangi bir anlaşmazlık durumunda ise hakem olarak problemi çözerlerdi. İlk zamanlar yaz günlerinde akşam üzerlerinin olmazsa olmazlarından biriside yaşlı kişilerin mahallenin girişlerine tezek yakmaları idi. Bir iki adet kuru ağaç parçası ile yakılan tezek, sokağın başına konulurdu. Beyaz bir duman çıkartarak için için yanmaya başlayan tezek kendine özgü bir koku çıkartarak etrafındaki sivrisinekleri kaçırdığı gibi dumanın kokusunun yaydığı yerlere de sokmazdı bu sivrisinekleri. Pek kötü bir koku değildi. Hafif bir dumansı is kokusu ile birlikte hissedilen tezek kokusu rahatsız etmezdi insanları ama sivrisinekler konusunda kesinlikle başarılı olmaktaydı. Yaşlı insanların eski günlerde kullandığı başarılı bir sinek savar yöntemi idi. Her halde şimdi kullanılan kimyasal sinek kovucular kadar tehlikeli de değildir.

Akşamları teyzem ve eniştemler bize gelirlerdi. Oturup konuşur anlatırlardı. Süleyman eniştem oldukça neşeli ve o zamanın ağzı ile komik bir adamdı. Bu arada yılbaşı yaklaşmakta idi. Süleyman eniştemin babasının hindisi varmış.  Babası ile arası da biraz açıktı sanırım. Bu gece oturmasında hiç merak etmeyin. Bir gece bisiklete binerek “gideceğim ve kümesten hindiyi alıp geleceğim hep beraber yeriz” dedi. Bunu çok net hatırlıyorum. Ya o akşamdı, yada başka bir akşamdı. Dışarıda oldukça kar vardı. Bunlar hep beraber (Yastac)Yuvarlak yerden yüksek Sofra denilen ağaçtan yapılmış) üzerine koydukları bir hamuru karşılıklı olarak çekip bırakarak hamuru mıncıklıyorlar idi. Daha sonra bunu dışarıya kar altına koyarak beklettiler. İçeriye aldıklarında biraz daha işlemden geçirince bizim hamur lifslif ayrıldı. Bunun adı pişmaniye imiş. Oturup hep beraber yemiştik. Bu da aklımda kalmış işte.

Kış günlerinden bir gün oldukça kuvvetli ve uzun süre yağmur yağdı. Bizim evin yan tarafında bir tarla vardı. O tarlanın sınırında Muradiye Nine dediğimiz kişinin evinin tam karşısında tarlanın sınırı üzerinde bir incir ağacı vardı. Mahallede daha arkadaşlar pek yok iken burada Şefika teyzemin kızı Nezihe ile beraber oynardık. İşte bu ağacın üzerine çıkarak tarlanın tamamıyla sular altında kalmasını izliyorduk. Yanımda kim vardı bilmiyorum ama sanırım yalnız değildim ve ağacın üzerinden tarladaki suyun yükselmesini izliyordum. Bu öyle birden yükselen bir su değildi. Fakat ikindiden sonra birden sular daha hızlı yükselmeye başlamıştı. Annem beni eve kapattı “dışarıya çıkmak yok” dedi. Babam itfaiyede görevli olduğu için sel baskını ile uğraşmaktalar ve kendi evleri ile ilgilenme işleri olmuyordu. Mahallede kimseler kalmamıştı. Plaj mahallesi tarafından araba sesleri gelmekteydi. Buradaki insanları kurtarmak için askeriyenin Cemseleri görev başında imişler. Cemseler buradaki insanları toplayarak daha yüksek kısımlardaki yerlere nakledip yerleştirmişler. O günlerde insanlar böyle söylüyorlardı. Burası okullar veya buna benzeyen yerlermiş. Sıcak ve kuru bir yerde konaklayan insanlara yiyecekler verilmiş. Biz evden çıkamadığımız için burada kalmıştık. Ben evden kamyonların motorlarının homurtularını duyuyordum. Şimdi bile ne zaman bunlara benzeyen motor sesleri duysam aklıma hemen o sel felaketi gelir ve ben huzursuz olurum. Bu kadar zaman geçti ama hala aklımdan atabilmiş değilim. Babamın aklı bizdeymiş ki kendisi gelemeyince amcamı göndermiş. Bir anda İbrahim amcam gelerek bizi götürmek istediğini söyledi. İbrahim Amcamın benim ile yaşıt bir oğlu var ki, Çanakkale’de herkesin tanıdığını tahmin ediyorum Recep Özbek. Amcam bizi kamyona bindirerek yola çıktık. Askeriyenin önünden geçerek ana yola çıkmak için devam ederken şimdi ki Caminin önünde sular aşırı yükselerek arabanın yürümesini engelledi. Sanırım motora su girdi. Annemin kucağında daha yaklaşık olarak iki aylık olan kardeşim de vardı. Neyse amcam anneme ”yenge sen arabada otur ve sakın bir yere ayrılma ben Erhan’ı yola çıkarır sonra gelip seni alırım” dedi. Beni omuzlarına alarak yürümeye başladık. Bir yerlerden geçerken amcam beni fırlatarak üzerinden attı ve dönüp baktığımda amcam hiç görünmüyordu. Biz bir bahçenin içinden geçerken amcam mevcut bir kuyuya düşmüştü. Neyse biraz çabaladıktan sonra çıkarak beni tekrar aldı ve okulun yanından ana yola çıktık. Sel suyu ana yolun üzerinden çok hafif bir şekilde geçiyordu. Orada biraz yürüdükten sonra beni oradan geçen bir arabaya mı teslim etti, yoksa itfaiyeye kadar götürdükten sonra tekrar geri dönüp annemi mi aldı bilmiyorum. Yalnız ben itfaiyenin içerisinde heyecan ve merak ile beklerken annem ile amcam da geldi. Derken onlarda geldi. Biz başka bir arabaya (buda yine bir kamyondu) binerek şimdiki kordon boyu yolunu takip ederek hastane bayırı semtine gittik. Bir aşağıdaki yol sanırım bozukmuş ve oradan gidememişiz. Neyse biz yukarıya çıktık. Bu semtin en tepesinde  O zamanlar Özbek mahallesi denen kısımda akrabalarımızdan biri bize evini açmıştı. Sülbiye hala dediklerimiz Özbek köyünden akrabamız idiler daha evvelde zaman ,zaman ziyaretlerine giderdik ve onlarda bizlere gelirlerdi. Benimle yaşıt Ümmühan denen bir kızı ve İlhan Öztekin adında birde oğlu vardı. İlhan daha sonra çok iyi bir kameraman oldu ve TRT de yıllarca görev yaptı ve çok başarılı görüntüler aldı. Zamanı gelince anlatırım. Neyse eve girdik bizlere kuru çamaşır vererek giydirdiler ve daha sonrada karnımızı doyurdular. Allah razı olsun. Tabi biz çocuklar olarak sel baskınını falan unutmuş evin içerisinde oynamaya başlamıştık. Yatma saati gelince bize kendi yataklarını verdiler. Tavana da bir salıncak kuruldu ve yattık. Ev zaten tek oda. Birde dışarıda tuvalet var. Halam çocuklarını yanına alarak yere atılan bir yer yatağında yattılar. Salıncakta kardeşim yatıyor bende annemle yatakta yatıyorum. Gecenin bir vaktinde ben uyandım. Bana giymem için verilmiş olan pijama büyük olmak var ki, ayağımdan çıkar gibi olmuş. Bende ayağa kalkarak bunu toplamaya çalışıyordum ki, kafama küt diye vurulan kuvvetli bir darbe ile yatağın içerisine iki seksen uzandım. Herhalde bizim ufaklık uyumamış olacak ki annemde onu sallamış, ben de tam o sırada ayağa kalkınca sallanmakta olan salıncağı kafamıza yedik. Neyse sabah oldu. Biz çocuklar erkenden uyanarak evin içerisinde tepişmeye başladık ama pek ses çıkarmamaya da itina ediyorduk. Benim alınımda hafif bir şişlik vardı gecenin nişanesi olarak. Biz oynamakta iken halam yatağın içerisinde bağırarak tepinmeye başladı. “Anacığım geliyor, geliyor” diyerek feryat edip bir anda yatağın içerisinde doğrulup oturdu ve doğrulması ile beraber evin köşesinde tavanda asılı olan kocaman bir bostan (Kavun) pat diyerek halamın, az evvel kafasının olduğu yere düştü. Çıkan ses ile birlikte hepimiz  şaşkınlık içinde bakakaldık birbirimizin yüzüne. Bu olayı her zaman hatırlarım ve anlatırım. Hatta bir gün halamın oğlu İlhan çok uzun yıllar sonra bu olayı bana bir daha anlatarak teyit ettirmişti. Yeri geldiğinde anlatırız. Sel baskınından sonra aradan kaç gün geçti bilmiyorum fakat çok uzun bir zaman değildi biz eve dönmeye karar vermiştik. Hastane bayırından eve gitmek için yaya olarak yola çıktık. Dönüş yolu olarak ta Yahudi Mezarlığı denilen kısımdan yani bu mezarlığın arasından geçerek aşağıya inmeye başlamıştık annemle beraber yaya olarak. Her taraf çamur içerisindeydi. Alçakta kalmış evler tamamen çamur ile kaplanmıştı. Çok kötü bir manzara vardı. Hem yürüyoruz hem de annem, “acaba bizim ev ne alemde bu çamur ile nasıl uğraşırız” diyerek korkularını dile getiriyordu. İnsanlar evlerine giren selden zarar görmüş eşyalarını dışarıya çıkarıyor, ellerine aldıkları çeşitli malzemeler ile çamur olan yerleri temizlemeye çalışıyorlardı. Bana çok acayip gelmişti. İnsanların yüzlerinde tarifi imkansız bir anlam vardı felaketten kurtulmuş olmanın verdiği sevinç ile ne olacak şimdi bu halimiz der gibi. 17 Ağustos 1999 felaketinden sonra yüzlerde bu ifadeyi görmüştüm yine çok daha fazla belirgin olarak. Dönelim gene yolculuğumuza çok ileri gittik. Eve geldiğimizde gördük ki yaklaşık olarak yarım santimlik bir seviye farkı ile içeriye su girmediğini gördük. Annem oldukça sevinmişti. Mahalle arasında bazı Kızılay araçlarının yiyecek dağıttıklarını gördüm şu andaki Kara Sakal camisinin tam önü olan yerde. Tabi ki o zamanlar orası cami değil tarlaydı. Evden bir iki tabak alarak gelip bende sıraya geçtim. Ekmek, zeytin peynir ve helva dağıttılar. Aldık ve yedik. Çünkü her taraf kapalı idi ve satın almakta  imkansız olduğundan başka bir çaremiz yoktu. Biz hastane bayırında halamlarda iken mahalleye gelen araçlar battaniye dağıtmışlar. Pek emin değilim ama sel felaketinden sonra bazı yerlere Kızılay çadırlar kurarak içine mağdur olanları yerleştirmişti. Bu çadırların nereye kurulduğunu kimlerin buradan faydalandığını bilmiyorum ve hiç hatırlamıyorum emin değilim. Sadece, aklımda çok hafif olarak bir yerlere çadırlar kurularak buraya insanların yerleştirilmiş oldukları idi ama başka bir yer ile de karıştırabilirim tekrar söylüyorum emin değilim.

(Devam Edecek)

3.546 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020