YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
12 Temmuz 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (15) “1960’lı Yıllarda Kelebek Lakaplı Hırsız”

Bildiğiniz gibi Çanakkale her bakımdan geride kaldı diğer şehirlere göre. Bütün halk sadece devletin ve askeriyenin verdiği maaşlara bakmakta. İsterseniz olayları şöyle yoklayarak bir özeleştiri yapalım. Eskiden Çanakkale’nin içerisinde;

1. Akfa,

2. Kepez Konserve.

3. Valeks (Palamut) fabrikası gibi üretim yapan fabrikalar vardı. Şimdi onların hiç birisi yok. Turizm deseniz yok denecek kadar az. Dışarıdan bakıldığında şehir gelişme gösteriyor bunu kimse inkar edemez. Üniversite açılınca biraz hareketlendi piyasa ama yeterli değil. İşte Çanakkale kendisine kocaman bir gelir kapısı bulmuş. “Anzak’lar” Fakat el altında böyle bir potansiyel var iken Çanakkale halkı bu Anzaklardan faydalanma yerine onlar ile kavga çıkarmayı tercih ediyor. Hangi akla hizmet ise. İşte bu hazır el altında böyle bir güç var iken onların ziyaretlerini Uluslararası ilişkilere taşıyıp geliştirmesi gerekir. Yabancılara, Çanakkale’de deniz turizmi vermek olanaksız çünkü devamlı esen bir rüzgar bunu engelliyor. Tarihi yerler turizmini kanunlar engelliyor. En çok turizm geliri gelmesi gerekir iken bu tarihi yerlerde konaklama imkanı verilemediğinden akşam olunca turistler otellerine dönüp ertesi gün burayı terk ediyorlar. Kalıcı olarak tutamıyorlar. Bırakın akşamları konaklamayı gezilecek yerlerde tuvalet bile imkansız idi son günlere kadar. Çanakkale Savaşlarının kalıntılarını kastediyorum tabi. Hal böyle olunca da turizmden ne gelir bekleyebilirsiniz. Eğer Çanakkale turizmden gelir elde ettiğini zannediyor ise hemen Akdeniz Bölgesinin en ufak bir yerleşim yerine giderek turizm nasıl olur bir görsünler. Halbuki Anzak’lar ile ilgili özel günlere tüm dünya davet edilerek çeşitli faaliyetler düzenlense ve bu faaliyetler yarışmalar halinde v.s. gibi olsa nasıl olur. Kocaeli Değirmendere’nin ağaç heykel festivali gibi. Yarışma bittiğinde katılanların ülkelerinde bu faaliyetler televizyonlarda gösterilerek yeterli reklamda yapılmış oluyor. İzlemeye gelenlerin burada kaldıkları sürece harcadıkları da cabası. Mademki Çanakkale’de devamlı bir rüzgar esmekte. Öyleyse bundan faydalanma imkanı bulunabilir. İzmir Alaçatı’da olduğu gibi buraya rüzgar sörfü turizmi getirilebilir. Tarih ile spor iç içe. Herhalde Karanlık Liman tarafları bu işe uygun olabilir. Çünkü orada akıntı oldukça azdır diğer taraflara göre fakat genelde poyraz rüzgarını alır ve sörf içinde uygun bir ortam hazırlar. Bilindiği gibi geniş bir alan mevcut olup buradan faydalanmak gibi kontrol imkanı da oldukça fazladır. Şimdi buradan Çanakkale’yi küçümsediğim anlamı çıkarmayın kesinlikle. Benim üstüne basarak vurgulamak istediğim şey Çanakkale bu gün olması gereken yerde değil. Çanakkale bu gün bulunduğu yerden çok daha refah içerisinde olması lazım. Zamanında dünya tarihinde önemli rol oynamış olan Çanakkale şu anda onlara göre gerçekten alt basamaklarda. Deniz, tarih, güneş, rüzgar v.s aklınıza ne geliyor ise var ama, benim Çanakkalem halâ hak ettiği yere gelemedi. Bunun suçunu kimde aramak lazım bilmiyorum ama her halde hepimizde bir miktar suç vardır. Bu günden sonra atfedilen suçları başkasına yüklemektense bunun bir kısmını kabul edip taşın altına elimizi sokma zamanı gelmişte geçiyor. Tekrar güzel Çanakkale’yi hak ettiği yere getirmek için hep birlikte el ele çalışmamız şart.

Dönelim gene konuya. Şu anda transit geçen yerli ve yabancı turistler azda olsa bir gelir getirmekteler Çanakkale’ye: Boğaz Köprüsü tamamlandığında ise bu gelirde tamamen elden uçar gider. O zamanlar transit geçen yerli ve yabancı turistler karşıdan Eceabat üzerinden köprüye girdiklerinde ilk durakları en yakın yer olarak Küçükkuyu olur. O zaman bu insanların tutulabilmesi için önlemlerin şimdilerde alınması gerekir. Yaz günlerinde transit geçenlere hizmet amacıyla yol üzerlerine lokanta misali Kendin pişir kendin ye sloganına benzer bazı işyerlerinin açılması düşünülse gene karşımıza rüzgar engeli çıkıyor. Bundan faydalanmanın mutlaka bir yöntemi vardır ama onu da bakalım kim akıl ederek uygulamaya sokabilecek. Ben görevde iken hizmet verdiğim gemi ile Marmara’dan geçerek Akdeniz’e inmek için mutlaka Ege Denizinden gediyorduk. Yani Yunan adalarının arasından. İşte bu tür seyirlerde çok sık olarak gözlemlediğimiz bir gerçek var. Bu yunan adalarının bir çoğunda yüksek tepelerin üzerlerine konuşlandırılmış, esen rüzgarın etkisi ile çalışan “rüzgar türbinleri” mevcut. Yüksek tepelerin üzerine nöbet bekleyen askerler gibi dizilmiş bulunan jeneratörler büyük bir hız ile dönerek o bölgenin elektrik ihtiyaçlarını gidermekte. Şimdi bu iş devlete mi kalıyor, yoksa özel sektöre mi yada belediyelere mi? Benim, seçimle başa gelmiş olan insanlarım, ülkede yaşayan vatandaşlarına hizmet etmek için baş örtüsü ile uğraşmakta iken el alem neler ile uğraşıyor. Çanakkale’de bazı yerlerde faaliyete geçirilen bu tür rüzgar türbinlerinin sayıları daha da artırılamaz mı? Haydi hayırlısı.

KELEBEK

Şimdi aşağıda anlatacağım olaya benzer şeyler 1970’li yıllarda  sık olarak konuşulurdu evde veya gittiğimiz yerlerde. Birde çok anlatılan bir olay vardı ve insanları oldukça konuşturmuştu bu konu hakkında. Eğer yanılmıyor isem Kilitbahir (pek emin değilim) köyünde KELEBEK diye anılan bir hırsız varmış. Bu kişinin giremeyeceği ev, soyamayacağı işyeri yokmuş. Bu kişiden bahsedilir iken sanki insan değil doğa üstü bir yaratıktan veya Süpermen’den bahsediliyor gibi anlatılır idi. Bir yerde kıstırıldığı zaman, görünmez olurmuş veya dümdüz duvara tırmanarak tavana oradan çatıya çıkar ve yakalanamazmış!!.. Kim olduğu kesinlikle bilinmezmiş yani kendisini tanıyan, yüzünü gören yok. Bir akşam köy kahvesinde bu kişiden ve yaptığı hırsızlıklardan, girdiği evlerden bahsedilir hakkında konuşulur imiş toplu olarak. Burada bulunanlardan birisi böyle bir şeyin olamayacağını söyleyerek “sıkıysa gelsin beni de soysun” diyerek kahvede konuşur ortaya doğru. Takip eden gece o kişinin evine hırsız girer ve bazı şeylerini alır götürür. Ertesi gün olay açığa çıkınca evi soyulan kişi, etraftan gelen alaycı takılmalara cevaben, “Tamam ulen bu defa boş bulundum ama gelsin bu defa da soysunda görelim” diyerek yine atar tutar.  Hatta “haydi gelsin. Onun adı kelebek ise benim adımda ............?. Evde yatak odasında falanca yerde altınlarım var. Bakın yerini de söyledim haydi gelsin de çalsın bakalım” diyerek oldukça iddialı konuşur bu defa. Bu konuşmanın üzerine, aynı gece bu konuşmayı yapan kişinin tam tarif ettiği gibi yatak odasındaki altınları çalınır. Geç vakitlere kadar hırsızın daha doğrusu kelebeğin gelmesini bekleyen ev sahibi bir ara içinin geçtiğini ve gözlerinin kapandığını anlatıyor ama olan olmuş altınlar gitmiştir bir kere. Kelebek bir kere daha görünmeden ve yakalanmadan işini görmüştür. Anlatılan bir olay daha var (Bu olaydan sonra olmuş sanırım) ve buda oldukça ilginçtir. Kelebek denilen kişi bir gece dört tarafı duvar olan bir yerde kıstırılıyor. Kaçabileceği bir yer yok dışarıda etrafı çeviren kişiler “Teslim ol etrafın sarıldı bir yere kaçamazsın” diyerek sesleniyorlar Kelebek denilen kişinin saklandığı yere. Bu seslenme işlemi birkaç kez denendikten sonra ve hiç birisinden de cevap gelmeyince içeriye girmeye karar veriyorlar ve kapıdan içeriden girdiklerinde iki duvarın birleştiği köşede kelebek denilen kişi, yüzü  kendilerine dönük ve sırtını duvara dönmüş tam köşede bir kolu bir duvarda öbür kolu diğer duvarda olarak ve düz duvara tırmanırken görüyorlar. Neredeyse duvarın en üst noktasına gelmiş olan Kelebek içeri girenlerin şaşkınlığından faydalanarak kendisini tavana çekiyor ve oradan da nasıl olduysa dışarıya çıkarak kaçıyor. Yani yine yakalayamıyorlar. Bunun düz duvara tırmandığını gören insanlar şaşkınlıktan ne yapacaklarını şaşırıyor ve yüzüne dikkat etmeyi unutuyorlar. Kim olduğunu anlayamıyorlar. Bu olaydan sonra Kelebek hiçbir yerde soygun yapmıyor ve tövbe ederek her şeyi bırakıyor, tövbekar oluyor. O gece insanların onu tanımaması büyük bir şans ama “bundan sonra bu kadar şanslı olamayabilirim” diye düşünerek bu işleri tamamıyla bırakıyor. Böylece sonsuza kadar kimliği açığa çıkmıyor ve Kelebek efsanesi bitiyor. Köylüler gerçi birisinden şüpheleniyorlar ama onu da gördüklerinden değil çocukluğundaki ve gençliğindeki zamanlarda çok hareketli olmasına bağlıyorlar ama bu da ispatlanamıyor. Bu olay ne kadar gerçektir bilemem. Ben bunları hiçbir yerde okumadım. Yani gazeteler yazmadı. Gerçi o zamanlar çok küçükte olsa bir Çanakkale Gazetesi çıkmaktaydı. Bu gazete bazen elimize geçer okurduk. Çanakkale ve köylerindeki olaylardan bahsederdi. Hatta bu yazılardan birisinde anlatılan ise civar köylerden iki kişi karılarını değişerek mutlu bir şekilde yaşamaya başlamışlardı. Annem ve babam bunları tanıyordu üstelik. Bu Kelebek olayıda gerçek olsaydı belki de yazardı. Fakat sadece bizim evde annem babamlar ile değil bize gelenler veya bizim gittiğimiz yerlerde de mahallede komşularda anlatılırdı. Bir çok yerde bu olay anlatıldığı için buraya alarak sizlere aktardım. Anılarımda bir yer tuttuğu için buraya aldım, amacım o zamanlarda insanların neleri konuştuklarını aktarmaktır. Bu herkesin bir yerlerden duyarak olayı aktarmaları sonucu birazda abartınca az evvel yukarıda anlatılan doğa üstü bir yaratığa dönüştü bizim Kelebek.

Şimdi gelelim işin sonucuna. Fakat daha sonra bu Kelebek olayını Çanakkale’de benden büyük olanlara aktardığımda bahsedilen kişinin gerçekten var olduğunu onun yaşadığını ve işlediği suçlar neticesinde kanunun elinden kurtulamayarak yakalanıp hapse atıldığını anlattılar. Gerçekten onunla birebir olarak hapiste beraber yatan ve kendisine şüphesiz inandığım kişiden aktaracağım; Düz duvara tırmanma hikayesine gelince hapiste beraber kaldıkları koğuşun duvarları yüksek olduğundan buradan dışarısının görünmesinin imkansız olduğunu anlattılar. Yalnız Kelebek için bunun gayet kolay bir işlem olduğunu ve sırtını duvara vererek elleri ve ayaklarının yardımı ile düz duvara tırmanıp yukarıdaki pencereye ulaşıp oradan istediği kadar dışarısını seyredebilirmiş ve bu tırmanma olayını da o anda beraber oldukları koğuş arkadaşlarının yanında yani herkesin gözleri önünde yapmış. Bunu o zaman hapiste birlikte yattığı dedim ya benimde sözüne inanıp güvendiğim birisi aktardı. Olayın gerçeği bu daha evvel anlattıklarım ise halk arasında anlatılan yani konuşulan olaya halk tarafından bakılış biçimi.

Her acayip olayın altında mutlaka doğa üstü bir güç var zannedilerek anlatılırdı. Yani fizik kanunları ile çok basit olarak açıklanabilen olaylar, sebepleri bilinemediğinden altında başka şeyler var zannedilirdi. Mesela gaz ocağının üzerinde çaydanlıkta kaynayan suyun demliğe dökülmesi esnasında demlik üzerinden alınan kapak, soğuk mutfak tezgahının üzerine konulduğunda bu kapak altında kalan buharın etkisi ile yerinden birkaç santimetre oynamış olduğunda çayı demleyen kişinin koşarak içeriye kaçtığını ve bu olayı gözleri büyümüş olarak anlatıp bir daha mutfağa gitmem geceleri, “cinler geldi kapağı oynattı” diyerek korkudan titreyerek oturduğu yerden kalkamadığını hatırlarım. Hemen yeri gelmiş iken kısaca aktarmak lazım diye düşünmekteyim.O zamanlar insanların acayip korkuları vardı.Bunları hemen açıklamak gerekir ise birincisi herkeste kesinlikle bir gece korkusu vardı. Yani gecenin karanlığından korkarlardı. İkincisi hemen bütün kız ve kadınların korktukları şey delilerdi. Üçüncüsü ise sarhoşlar. Nedense anlatılmak istenen bir konu içerisinde sarhoş veya deliden bahsedildiğinde bu kadın veya kızlar oturdukları yerde şöyle bir irkilerek toplanırlar “anneeciiim ben çok korkarım” diyerek dile getirirlerdi tepkilerini. Nedenini kesinlikle bilmiyorum. Bu olay genelde kadın ve kızlar arasında yaygın olduğundan zannederim ailelerin bu kız ve kadınlara aktardıkları tavsiye ve hikayelerden dolayıdır diye düşünüyorum. Sarhoştan deli bile korkarmış diye bir söz vardı herhalde doğru kullandım. Ama bu günlere bakıldığında şimdiki kız ve kadınlar bırakın sarhoşu, şeytandan bile korkmuyor.

Savaş yıllarında Ege Bölgesinde yukarılara çıkıldığında Balıkesir ve Çanakkale’nin Biga ilçesi taraflarında o zamanlar çok Eşkıyalar varmış. Bunlar zaman içerisinde Köy ve Obaları basarak canlı büyük ve küçük baş hayvanlar, yiyecek olarak buğday v.s. hayvanlar içinde arpa yulaf v.s. ve kıymetli eşya olarak ta altın ve gümüş, paralar, takılar toplayıp burada yaşayanları zor durumda bırakırlarmış. Bu Eşkıyalık olayları o zamanlar dağa çıkma adı altında anılırmış. Bir çoğu kanun kaçakları falan imişler. Kurtuluş Savaşı başlayınca bunlardan bir çoğu ellerindeki silahları ve Kızan denilen adamları ile beraber düşmana karşı direnmeye başlamışlar. İşte Kuvayı-Milliye ruhu ile bütün ülke tek bir vücut olarak düşmana karşı Topyekun bir savaş ile canlarını ortaya koyarak bu vatanı kurtarmışlar. Benim anlatmak istediğim olay daha başka. Çünkü biz Kurtuluş Savaşı hikayesini çok iyi biliyoruz. Öyle değil mi?

Bu Eşkıyaların milleti soydukları günlerde baskından sonra kaçmakta iken bazen Zaptiye bunları bir yerde kıstırır ve aralarında şiddetli bir silahlı çatışma çıkarmış. Bu çatışmalar esnasında ganimet denilen altınları taşıyan kişi o civarda bulduğu veya gördüğü bir noktayı belirler elindeki Beygir Heybesini buraya saklarmış. Beygir heybesinin özelliği deriden yapılmış oldukça sağlam ve kapakları da olan bir çanta. Bu belirlenen yer bazen bilinen bir mevkideki bir büyük kuyu olur, bazen mevki alınan kocaman bir ağaç veya kaya  bazen de bir su değirmeninin akak denilen yerinin altında veya civarında; acele ile eldeki bir süngü veya pala yardımıyla açılan bir çukura koyarak bunların Zaptiyelerin eline geçmesine engel olurmuş. Çatışma esnasında bazen bunlardan kaçarak kurtulanlar olur, daha sonra gelerek burayı bulup çantayı alırlarmış. Bazen de öyle bir pusuya düşerlermiş ki, hiç kimse kurtulamaz, para dolu heybe konulduğu yerde kalırmış yıllarca, ta bulunana kadar. Bazen de çatışma esnasında yaralı olarak kaçan birisi gittiği yerde sağlık durumu daha da ağırlaşınca bunu en yakınlarındaki birisine aktarır gidip almasını istermiş. Bu tür hikayeler oldukça fazla olarak anlatılır “Ahh! Keşke tarlayı kazar iken veya daha başka bir sırada karşımıza çıksa da bulup bu fakir hayattan kurtulsak” diye hayıflanırlardı. Daha sonrada etraflarından duydukları bu tür söylentileri anlatarak olayı daha da çekici hale getirirlerdi. Günlerden bir gün çok uzun yıllar sonra bana da böyle bir hikaye aktarıldı. Hem de birinci ağızdan. Sözü benim için her zaman doğru olarak kabul edilen birisi bir gün İzmir de hastanede babasının yanında refakatçi olarak kalır iken yan tarafta hasta olarak yatmakta olan çok yaşlı birisi ile sohbet etmeye başlar. “Kimsin nerelisin?” gibi meraklı soruların arkasından Çanakkaleli olduğunu öğrenince başından geçen hikayeyi anlatmaya başlar. Aslen Ödemişlidir. Gençlik yıllarında Eşkıyalık yapmıştır. Bir gün Çanakkale’nin Umurbey kazası taraflarında esaslı bir soygun yaparlar. Dönüşte İğdelik Köyü altındaki derede Zaptiye tarafından sıkıştırılırlar ve şiddetli bir çatışma başlar. Bahsettiğimiz kişi burada bulunan bir değirmenin akak denilen, suyun aktığı yerin hemen altındaki bir yeri elindeki süngü ile kazarak çukur açar ve iki heybe altını buraya saklar. Anlattığına göre su bir kayanın içinden akmaktadır. Başka yerlerde su kayanın üzerinden akar. Birde bu kayanın fazlaca sert olmayıp bir süngü yardımı ile rahatça oyulabildiğini anlatmış. Oraya gidip bunu bulmasını istemiş. “Yalnız bir şartım var” demiş. “Eğer bunları bulur isen her şey senin olsun. Yalnız bu heybelerden birisinin içerisinde altından yapılmış bir kemer var. Ben sadece onu isterim” diyerek sohbeti derinleştirmiş. Daha bir sürü şeyler anlatmış. İşte çok fazla insana eziyet çektirdiğini öbür tarafta bunların hesabını Yüce Allah’a nasıl verebileceğini bundan çok korktuğunu. Allah’a tövbe ettiğini falan anlatmış. Zaman içerisinde bir gün bu olay bana aktarılınca kalkıp bahsedilen yere gittik. Rahmetli İsmail dayı çocukluğu burada geçtiği için buraları çok iyi bilmekteydi. Burası bir derenin içerisinde ve dere yatağı üzerinde biz on iki adet değirmen kalıntısı bulduk. Hepsi tamamıyla yıkılmış sadece temelleri kalmış. Bahsedilen tarife uygun bir yer bulamadık. Yalnız yukarı taraflarda daha da değirmenlerin olduğunu anlattılar ama biz giderek kontrol edemedik. Anlatmadan geçemeyeceğim bir konu da bu dere içerisinde yaz günlerinde su tamamen çekiliyor demiştik. İşte bu kuru dere yatağında ilerler iken bir yere geldiğinizde çok küçük bir su kaynağına denk geliyorsunuz. Eğer dikkat etmezseniz görmeden kaçırabilirsiniz. Yaklaşık olarak bir metrekareden daha az bir kısımda beş santimetre kadar derinliği olan bir su kaynağı var. Eskiden bunlara Pınar derlerdi. İşte bu su kaynağını bulduğunuzda eğer yanınızda bir su bardağı var ise bu pınara daldırarak bardağınıza bir miktar su alın. Ama dikkat edin. Birden içmeye kalkarsanız (bu su o kadar soğuk ki) kesinlikle bademcikleriniz iner. Şimdi bu da bizim çocukluğumuzda kullanılan bir deyim idi. Yani hasta olabilirsiniz. Gerçekten çok soğuk bir su bu toprak altından çıkan su. Oldu olacak isterseniz tam olarak yerini de tarif edeyim belki bir gün bu anlatılanları okuyan veya dinleyen birisi burayı merak ederek bulur. Bulunca ne mi yapar? Bu onların bileceği bir şey. İster, gider bu suyu bulur ve başka bir ağızdan anlatılan bir olay üzerine giderek burayı bulmanın anlatılmaz keyfini yaşar yada yukarıda anlattığımız define olayına kafayı takar ve araştırmalarını buna göre yapar. Bu tamamen onların keyiflerine kalmış bir şey. Ben burayı ziyaret ettiğimde daha evvelden yanımda hazır ettiğim bir damacana içerisine  bardak, bardak doldurduğum soğuk suyu çok sevdiğim İsmail Dayımın mezarına götürüp döküyorum bol miktarda. Sanki ona bir faydası mı var? Hayır ama, ben huzur buluyorum ve onunda beni gördüğüne inanıyorum. İsmail dayım gençliğinde o zamanın tabiri ile çok mukallit bir adammış. (Mukallit=şakacı=etrafındakileri güldüren). Kendisinin sağlığında bizlerde onun bu muhabbetine erişebildik. Köyden çıkmasına rağmen yaptığı esprilerde öyle bir incelik vardı ki. Konuşulan konu üzerine çok anlamlı Teşbih yapardı. Teşbih nedir diye de bana sormayın artık. Haydi aklıma gelmiş iken onun gençliğinde yaptığı bir şakayı aktarayım da onunda ruhunu yad etmiş olalım. Dayım çocuk iken bahsettiğimiz İğdelik Köyünde yaşamakta imiş. Daha evvelki anlatımlarımda köyün dışında Harmanyeri diye anılan bir yer olduğundan bahsetmiştim. İşte bu harman yerinde kadınlar akşama kadar burada işlerini yaparlar ikindiden sonra evlerine giderek yemek hazırlarlar daha sonrada akşam ezanına yakın bir zamanda bu hazırlamış oldukları yemeklerini kocaman bir sini (Tepsi) içerisine koyarak harman yerine getirirlermiş. Köyün harman yerine giden yolda mezarlığın yanından geçmekte imiş. Dayım tam bu saatlerde mezarlığın yola bakan bir kısmına saklanarak kadının geçmesini beklemeye başlamış. Yazımızın başından beri o zamanlarda yaşayan insanların neleri konuştuklarını anlatmıştık. Bu olaylar köylerde daha bir fazla olarak anlatılmaktaydı. Tam o kadın buradan geçmeye başlayınca dayım çocuk gibi ağlamaya başlamış.

“Ingaaaa! Ingaa! Ingaaaa! Ingaa!”

Üzeri yemekler ile dolu olan tepsiyi başının üzerinde taşımakta olan kadın bu sesi duyunca önce bir duraklayarak sesi şöyle bir dinliyor ve arkasından mezarlıktan gelen bu çocuk sesine bir anlam veremediğinden ;

-Anacığım.........  diyerek tepsiyi başının üzerinden yere atıp koşarak geri kaçmaya başlıyor. Bu mezarlıktan gelen çocuk sesinin de bir hikayesi de var elbet. O zamanlar neler konuşulur diye her kes merak eder durur. İşte şimdi bunlardan birisini de anlatalım. Daha evvelde anlattığımız gibi doğa üstü olaylar çok konuşulur ve bunlarla ilgili bir sürü hikaye anlatılırdı dedik ya. Kadının birisi günlerden bir gün dünyaya bir bebek getirir fakat doğumdan çok kısa bir süre sonra bebek ölüyor. Sebebi bilinmez. Anlatılanlara göre bebek daha ağzına annesinin memesini almamıştır. Bu olay anlatılır ilen daha da dramatize ederek aktarırlar olayı neyse. Bebek annesinin memesini hiç emmediğinden bunu arar ve mezarlıkta ağlar dururmuş böyle. Birde bu ağlama işini tam akşam insanlar mezarlığın yanından geçerek evlerine gidecekleri saatte ve birde sabahları insanlar mezarlığın yanından geçerek işlerine tarlalarına gidecekleri yani buradan geçecekleri saatte yaparmış ki, annesi bunun sesini duysun ve tanısın diye. Daha bununla ilgili olarak ek bağlantılar çok ama anlatmayalım. İşte insanlar bunları konuşurlar ve anlatıla, anlatıla herkesler inanmaya başlarlardı. Zavallı kadın zaten bu olayları dinleyerek yaşadığı için bu sesi de duyunca bir anda korkudan ne yapacağını bilemez bir halde kaçmış bulunduğu yerden.

Haydi şimdi az evvel anlattığımız suyun yerini de anlatalım. İğdelik Köyüne gider iken bir köprüye gelirsiniz. Bu köprüyü geçince arabanızı hemen sağ tarafta bir yere park ederek yine sağ taraf olarak dereyi takip ediniz. Yaklaşık olarak birkaç yüz metre sonra az evvel bahsettiğimiz sol tarafta o küçük su kaynağı olan pınara gelirsiniz. O soğuk sudan kana, kana içebilirsiniz afiyet olsun.Ben şansımı denedim. Birde siz deneyin. Anlattığım olaylar tamamen  gerçektir.

Bir Eşkıyanın bir yerden bir yere gider iken anayolu kullanacak hali yok herhalde. Dolayısı ile dere yatağı gibi yerlerden geçerek hem gözlerden uzak olacak, hem de ihtiyacı olan suya yakın olacak. Bahsedilen dere zamanında kuvvetli bir suya sahip olduğundan bu su üzerinde bir sürü değirmen kurulmuş. Yani suya iş yaptırılmaktaymış. İşte eşkıyalar bu hatta yürümeye devam ederek zengin köyleri çok daha çabuk keşfetmekteymişler.

 Bundan daha güzel bir yol var mı? Bahse konu olan dere, zamanında oldukça fazla kuvvetli bir suya sahipmiş. Yani çok fazla bir su akmaktaymış buradan ve bunun için bu akar su boyunca bir sürü su değirmeni yapılmış. Bizim gittiğimiz de yaz mevsimi idi ve dere yatağı tamamen kurumuştu. Fakat kış günlerinde hala oldukça sert bir su akmakta olmalı ki birkaç kişinin yerinden oynatamayacağı büyüklükteki kayalar dere yatağında sürüklenerek bazı yerlere yığılmış. Her ne kadar ilk aramada başarılı olamadık ise de aklım orada kaldı.

(Devam Edecek)

29.400 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020