YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
26 Temmuz 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (17) “Yıllar Önce Arkadaşlarım İle Yaşadığım Anılar ”

Çanakkale’de 1960’lardaki sel felaketi ile birlikte ilde çok hasar vardı. Her taraf çamur altında kalmış evlerin içleri bırakın oturmayı, girilemez bir hal almıştı. Bütün bunlara rağmen başkaca çare olmadığından tekrar evlere girilerek gerekli temizliklere başlanmış, önce evlerin içerisindeki çamurlar dışarıya atılıp elde kalan kullanılır malzemeler temizlenme yoluna gidilmiş, kullanılamaz olanlar da atılmıştı. Zaten evleri yüksek veya ikinci katta olanlara herhangi bir zarar gelmemişti. Özellikle Çanakkale’nin dışında kalan mahalleler zarar görmüştü. Bu felaketten dolayı insanların öldüğünü zannetmiyorum. Her taraf günlerce çamur içinde kalmış, sokaklar zorlukla temizlenebilmişti. Evlerin temizliği ise daha da zordu. O zamanlarda evlerde su yoktu. Yıkanması gereken kilim halı gibi şeyleri kapının önüne çıkarıp yıkayamazsın dışarısı çamur içerisinde. Bunları atmak da imkansız çünkü para yok. Ama daha sonra sular çekilip çay normal haline döndüğünde arabalar ile çay kenarına gelinerek halı kilim gibi şeylerin burada bol su ile yıkandığını da hatırlıyorum kadınlar tarafından. Daha sonraları afet evleri (54 evler) adı altında binaların yapılması gündeme geldi. Bana göre çok kısa bir süre içerisinde başlandı ve bitirildi. Bu binalar Barbaros Hayrettin Paşa Okulunun tam karşısında Karakolun yanındaydı. İnsanların burada yaşamaya başladıklarını hatırlıyorum. Kim olduklarını bilmiyorum ama bir tanıdığı ziyarete gitmiştik. Pırıl pırıl binalardı. Bu zamanlarda geceler nasıl geçiyordu. Akşamları genelde biz birilerine oturmaya gider bazen de birileri bize gelirdi. Eğer yaşıtımız var ise biz onunla oynarken büyüklerde duyduklarını yaşadıklarını birbirlerine anlatırlardı. Anlattığımız sel baskını ile ilgili olarak yağışlar esnasında bulut düşmüş ondan sel baskını olmuş gibi ifadeler kullanılıyordu. Anlatan kişi bu olaydan o kadar etkilenmiş ki olayı aktarır iken gözler kocaman açılmış bir vaziyette: “Siz bana inanmıyorsunuz ama evet görenler varmış onlar anlatmış kocaman bir bulut şaaar! diye düşmüş gökyüzünden” diye anlatılıyordu. O zamanların inanışları böyleydi. Bizler okula gidiyor ve tabiat olaylarını okulda öğrendiğimiz için; “Bulut bir gaz tabakasıdır şaaar diye düşmez”deyince sus çarpılırsın diyerek bizi susturuyorlardı. Bizde çocuk olduğumuzdan bu konuda daha fazla ısrar edemiyorduk ama okula dönünce bu olayı öğretmenimize aktardığımıza zaman hem kızdı, hem de neden düşemeyeceğini oldukça net ve açık bir şekilde bize anlatarak ikna etti. Sözde anlatılanlara göre Saraycık Köyü yakınlarında kocaman bir bulut yukarıdan aşağıya hızla yere düşerek Şaaaaaar! diye yere çarpıp her tarafı sular içerisinde bırakmış ve bu sel baskını olmuş. Amma da atmışlar ha. Koca nine ve anneannemin ağ olduğu dönemlerde bazı konuşmalar arasında dünyanın koca öküzün boynuzları üzerinde olduğu anlatılırdı. Bazen bu koca öküzün üzerine sinek konarmış ve hayvan da bundan sakınmak için başını salladığında deprem olurmuş!! (ne alakası var ise) İşte bunlara inanılır ve anlatılırdı. Bizler okulda öğrendiklerimizi anlatmaya çalıştığımız zaman bize oldukça sert bir ses ile “töööbe de, yoksa çarpılırsın” derlerdi. Bu günlerde bu olayı çocuklara anlatsak kesinlikle inanmazlar ama işte o zamanlar ne yapalım ki böyle şeylere inanıyorlardı halkımız. Yine bu günlerde bir gece birilerine oturmaya gidiyorduk. Kime olduğunu hatırlamıyorum ama unutamadığım olay ise şöyle gelişti. Bir yere gidileceği zaman beni öncelikle giydirip dışarıya çıkarırlar, ben kapının önünde oynarken onlar içeride hazırlıklarını tamamlarlar ve dışarıya çıktıklarında hep beraber gider idik. İşte böyle bir gecede ben kapının önünde oyalanır iken pek bir yerlere de gidemezdim çünkü dışarısı zifiri karanlıktı. O zamanlar bizim mahalleye daha elektrik gelmemişti. Yani sokak aydınlatmaları yoktu ve her taraf karanlıktı evimizde gaz lambası ile aydınlanmaktaydık. İşte ben karanlıkta kapı önündeki merdivenlerde oynar iken bu zifiri karanlık bir anda gündüz gibi aydınlandı. Bizim kapının önünden tarlaya doğru baktığımızda asfalt tarafından gelen bir ışık demeti etrafı aydınlatmış idi. Bizim evin karşısındaki bina daha yoktu o zamanlarda. Orası boş bir arsaydı. İşte tam o noktadan gelen bir uçan bir şey vardı havada. Bol miktarda ışık çıkaran bu nesnenin ne olduğunu anlayamadım. Çıkarmış olduğu ışıklar beyaza yakın tek renkli bir ışıktı. Bu beyaza yakın kelimesi ise bizim bildiğimiz çıplak ampul ışığı rengi idi. Çok fazla yüksekte olmadığı gibi pek fazla alçakta da değildi. Hiç ses çıkarmıyordu. Bunu görünce merakla baktım ne olduğunu anlamadığım bu bol ışık saçan acayip şeye. Düz bir çizgi üzerinde ama çok hızlı olmayan bir şekilde deniz tarafına doğru kayarak kayboldu gözden. Hemen sonra içeriden birileri çıkarak ne oldu etraf aydınlandı birden dediler ama bu arada benim gördüğüm acayip şey kaybolmuştu gökyüzünde. Eğer herhangi bir ses olsaydı, ne bu ses diyerek çıkmaları gerekiyordu ama öyle değildi. Bu olayı hiç unutamadım. Aradan çok uzun yıllar geçtiğinde zaman içerisinde bu tür olayı düşündüm her şeyi bir mantık kalıpları içerisine sığdırmaya çalışıp bunun bir uçak olabileceğini düşündüm. Çünkü havaalanı bu taraflara yakın olmasına rağmen hiçbir zaman bizim mahallenin oralardan böyle bir olay olmamıştı. Hele hele uçakların geceleyin bu taraflara gelmesi imkansızdı. Her şeye rağmen böyle bir şey olabileceğini tahmin etsek ve bunun uçak olduğunu ve çok alçaktan uçtuğunu düşünsek bile o zaman oldukça yüksek ses çıkarması gerekmez mi? Benim gördüğüm kadar çok ışık çıkarmaları da mümkün değil uçakların. Ne olduğunu bilmiyorum ama yıllar sonra merakımı celbeden uzaylılar ile ilgili yayınlarda ne zaman nerede bu tür şeylerin göründüğü ile ilgili endekste yaklaşık olarak benim anımsadığım tarihe yakın olarak Biga’da mı yoksa Yenice’de mi böyle bir şeyin görüldüğü rapor edilmiş ve burada yazmaktaydı. Ben o çocuk kafam ile bir şeyler gördüğümü ama bunun ne olduğunu anlamaya çalıştım. Yıllar sonra okuduklarım ile olayı birleştirdim. Bunda katı şekilde iddialı değilim sadece aktardım yorum size ait.

Annem yazları bahçelere çalışmaya giderdi. Bu bizim mahallenin etrafı hep bahçeler ile dolu idi. Burada mevsimine göre dikilen sebzeler zamanı geldiğinde çalışmaya gelen kadınlar tarafından toplanarak satışa hazır hale gelip kasalara doldurulurdu. Veya dikim esnasında yerlerinin kazılması hazırlanması gibi işlemler yapılırdı. Şimdi neresi olduğunu bilmediğim bir bahçeye bu işlemler için gitmiştik. Orada hayvanları suya götürür iken en yakın ağaçtan bir dal kopararak elime verdiler. Ben onunla hayvanları koşturduktan sonra elimden bırakmayarak eve getirip bir köşeye dikmişim. Sonra bu dal parçası tutarak çok güzel bir ayva ağacı olmuştu. Çok uzun yıllar meyvesini yedik. Daha sonraları babam mutfağın yanına yazın oturmak için bir yer yapmaya karar verince kesmişler. Çok üzüldüm. Bizim evin hemen yanında şimdi kayınvalidelerin evinin bulunduğu kısım eskiden Bekir’in bahçe diye anılır demiştik. Kış günlerinde bu bahçede pek bir şeyler kalmaz ama kesilerek toplanmış olan lahanaların kökleri toprakta kalarak tombullaşırdı. Bu büyük bahçenin ortasında kocaman bir kuyunun üzerinde demirden yapılmış bir dönme dolap vardı ve atlar vasıtası ile döndürülerek çalışıyordu. Dönme dolabın en üst noktasında Kemer gibi bir şey vardı ve bunun da üzerinde yaklaşık olarak elli santimetre kadar yüksekliğinde demirden yapılmış bir at heykeli vardı. Ben bu kuyunun yanında bir yere oturur dönmekte olan bu at heykeline bakar dururdum akan suların etrafa yaydığı tatlı serinliği duyarak. Daha sonra bu bahçe arsa olarak satılmaya başlayınca bahçe kalktı kuyu kapandı ama buranın sahipleri bu az evvel anlattığım at heykelini buradan alarak yaptırmış oldukları binanın bahçe girişine kemerli bir kapı yaptırmışlar ve bunu da üzerine monte etmişler. Çanakkale’de olduğum zamanlardan buradan geçerek bu heykelciği görür eski çocukluk günlerime dönerim. İşte herkes buralarda kuş avlamaya çalışır iken ben bu köklerden toplar dış kabuğunu soyarak yerdim. Çok ta lezzetli olurdu. Kuş avlamak deyince unutamadığım bir anımda yine çok karlı bir gün bende elimde bir  sapan ile kuş avlamaya çıktım. Çok uzun ve zahmetli bir uğraştan sonra bir tane vurdum. Bir lokmacık bir et uğruna saatlerce bu kuşun peşinden koşmuştum. Vurup elime aldıktan sonra çok büyük bir pişmanlık duydum. Vurmak yerine halbuki onlara yiyecek bir şeyler sunabilsem ve onları seyredip dinlesem daha iyi olacaktı. O günden sonra elime bir daha sapan almadım. Herhangi bir şekilde aldıysam bile canlı bir hedefe atmadım. Bunu hiçbir zaman unutamadım. Buraya gelmiş iken hemen yan tarafta bulunan diğer tarladan bahsetmeden geçmek olmaz. İlk zamanlar burası tamamıyla bir tarla idi. Buğday ve mısır ekildiğini hatırlıyorum. O zamanlar bizlerin boyumu çok kısa idi yoksa ürünler çok mu yüksekti bilmiyorum. Tarla içerisine oynamak için girdiğimizde aralarında kaybolur gider idik. Tarlanın öbür ucunda şimdilerde dede bakkalın olduğu yerde kocaman bir kuyu vardı eskiden. Bu kuyunun çapı yaklaşık olarak beş metre kadar idi ve etrafında bir metre kadar yüksekliğinde bir yer vardı. Dönme su dolabı ile su çekilmeye müsait olarak yapılmıştı ama dolap yoktu. Hemen onun yanında çok kalın ve yüksek olan bir dut ağacı vardı. Çok yüksek olan bu ağaç kuzey tarafına doğru yani kuyunun bulunduğu yere koyu bir gölge yapmaktaydı. Zamanı geldiğinde üzerinde bol miktarda dut olur ve bizlerden beş on yaş daha büyük olanlar bu ağaca çıkarak saatlerce burada kalıp dutlardan yerlerdi. Bilirsiniz biraz fazla yediğinizde dut insanın bağırsaklarını çok fazla çalıştırdığından o zamanların tabiri ile insanlar “Amel” ishal olurlardı. İşte ağaç üzerinde fazla dut yemiş olan çocuklardan birisi ihtiyacını gidermek için aşağıya inip tekrar yukarıya çıkmak için üşenince, ağacın üst dallarının arasından ihtiyacını gidermek için pantolonunu sıyırıp aşağıya salıvermiş içindeki rahatsızlık veren fazlalıkları “iyi insanın içinde kötü şey durmaz” diyerek. Bu her zaman olağan bir şeydi ve benimde olaya şahit olduğum güne kadar kimsede o günkü gibi bir iz bırakmamıştı. Biz ufaklıklar aşağıda büyüklerin atmış veya düşürmüş olduğu dutları bulup ta yemeye uğraşmakta iken kahkahalar ile karışık olarak bağırtılar meydana gelince ister istemez bizde o tarafa baktığımızda, aşağıda bizler gibi hem yere düşmüş dutları araştırıp hem de oynamakta olan kızlardan birisinin kafasından aşağıya sanki sarı yağlı boya dökülmüş gibi bir vaziyette iğrenç kokular arasında ağlayarak koşmaya çalıştığını görünce bizde dayanamayıp koyuverdik kahkahaları. İşin ilginç tarafı bu işlemi yukarıda gerçekleştiren bizim akrabamız bir çocuk olduğu gibi aşağıdaki hedefte benim en küçük teyzem idi. Bizim aramızda pek fazla yaş farkı olmadığından kendisine abla derdim hala olduğu gibi. Kokulu bir anı işte. Daha sonraları buradaki tarlaya evler yapılamaya başlanınca buradaki kuyu gibi bu kocaman dut ağacıda yok edildi.

ARKADAŞLAR

Bu günlerden aklımda kalanlardan mahalledeki arkadaşlar. Yaşıtlarımız olarak Hasan Saadettin, İsmail Çakal (ablası Sevim),Şakir(kardeşi Nihat), Ersan (kardeşi Orhan ve Vasıf ablası Ferhan), Bizim hanım Ayşe ve ablası Nurten. Bu arada orta okul yıllarında mahallemize yeni gelen bir kız arkadaşımız daha. İlk başlarda normal bir arkadaşımız iken uzun yıllar sonra can dostlarımızdan olacağını elbette düşünemezdik. Bunun hikayesi de oldukça ilginçtir. Aklımıza gelmiş iken haydi burada aktarıverelim uzun yıllar ileriye giderek. Cumhuriyet Meydanından Demircioğlu Caddesine gider iken ışıkların olduğu dört yolu bilirsiniz. Eskiden bu Demircioğlu caddesi olmadığından yol sağa doğru dönerek bir alt yola döner Aynalı Çeşmenin olduğu cadde üzerinden ulaşırdı İzmir yoluna. İşte buraya dönünce sağ tarafta eski bir bina vardı ve önünde kararmış ahşap bir vitrinimsi yer vardı ve burası bana göre o amanlar Çanakkale’nin en güzel simitlerini yapan bir fırın vardı. Hazır olduğunda fırından çıkardığı bol susamlı kıvamında kızarmış simitleri vitrine diyerek satışa sunar bu arada çok hoş bir görüntü sergileyen simitlerin hoş kokusu dağılırdı sokağa baştan çıkarıcı bir lezzet sunarak. Daha sonra yol genişleyince burası yıkılarak şimdiki iş merkezleri inşa edildi onların yerine. Buradaki simitçi fırınından başka yaşadığım diğer bir olay dolayısı ile ne zaman buradan geçsem birincisi o simit kokuları ile ikincisini şimdi anlatacağım olayı hatırlayarak tatlı bir ürperti dolar içime. İlk okul bitipte orta okul yılları başlayınca mahallemize yeni bir kız arkadaş taşınmıştı. Siyah saçlı boncuk gözlü tombiş bir arkadaş olan kız kısa sürede sevimliliği ile arkadaşlarında sevgisini kazanmış mahalleden birisi gibi olmuştu. Vallahi işin garip tarafı nereden geldiğini hiç sormamıştık veya o söyledi de ben hatırlamıyorum. Mahallemizde yaşayan bir komşumuzun yeğeni idi ve okumak için gelmişti mahalleye. Orta okul bittikten sonra benim askeri okul hayatım başlayınca Eceabat’tan bir arkadaşım ile samimiyeti oldukça ilerletmiş içtiğimiz su ayrı gitmez olmuştu. Serde gençlik olup ta aklımıza kızlar düştüğünde bile sevdiğimi kızlardan bahsederdik birbirimize. İşte bu zamanlarda can dostum Aydemir her zaman, daha evvel yaşadığı Bozcaada’da birlikte büyüdükleri bir kızdan bahseder ve derin bir iç geçiriş ile onu hiç unutamadığını anlatır hep ondan bahsederdi. Bahse konu olunca “adalı kız” diyerek bahseder, fakat yıllar geçip izini kaybettiğinden yaşadığı platonik bir aşk olmuştu onun için. Gerçi çocuklukları esnasında aralarında her hangi bir şey geçmemiş zaten çok küçük yaşlarda ayrılmışlar daha kimse kimseye ben seni seviyorum falan dememiş ama gönül bu konmuş işte. Artık adalı kızın gözlerini saçlarını tombulluğunu dinlemekten içime gınalar gelmişti ama olsun o benim kan kardeşim idi ve her zaman sabır ile kendisini dinlerdim ve “merak etme yüce Allah bir gün karşına çıkartır kavuşturur sizi” diyerek gönlünü almaya çalışırdım. Oda ümitsiz bir şekilde “inşallah” derdi canı yürekten. Bana da amin demek düşerdi elbette. Askeri okuldaki yaşantımı devam eder iken yanlış hatırlamıyor isem 23 Nisan Bayramı günlerinde yaklaşık olarak bir hafta kadar süren bir izin ile Çanakkale’ye gelmiştik. Oldukça hevesli olduğumuzdan Aydemir ile Çanakkale’de buluşarak bayramı görmeye gittik ve merasim sonrası bizim eve gitmek için yola çıkarak az evvel bahsettiğimiz simitçi fırını önüne geldiğimizde bir grup kız arkadaşları ile birlikte yürümekte idiler. İçlerinde Ayşe de vardı. Merasim sonu olduğundan İzmir yolu tarafına doğru yoğun bir araç trafiği vardı ve bunların hepsi general ve amiralleri taşıyan protokol araçlarıydı. Selam vermek amacıyla kendimi kenara aldığım anda can dostum Aydemir birden adalı kız diyerek fırladı yolun ortasın ve koşacak iken kolundan tutarak zor çektim kenara. Neredeyse geçen arabanın altında kalacaktı ve bu arabada Boğaz Komutanının Amiral arabası idi ve forsu açık bir şekilde geliyordu. Ben bir kolum ile Aydemir’i tutar iken diğer elim ile de selam vermeye çalışıyordum. Aydemir hiçbir şeyi dinlemiyor “adalı kız“diyor başka bir şey demiyordu. ”Aman Hikmet kaçırmayalım hazır bulmuş iken konuşalım kaybetmeyelim” diye bağırıyordu yüksek ses ile. Zar zor kendisini zapt ederek ”merak etme ben gittiği yeri hatta evini dahi biliyorum” diyerek sakinleştirdim ama o andaki yüz ifadesini hiç unutamam. Çakı bulmuş çopar gibi öyle bir sevinmişti ki anlatamam. Daha sonra mahalleye gelerek konuşma imkanları tanıyarak yılların hasretini gidermelerine yardımcı olduk. Artık yer ve adres belli idi ve bundan sonrası kendilerine kalmıştı. Daha sonra bundan daha heyecanlı günler yaşadılar ya neyse. Hani bir şarkı vardır bilirsiniz Aydemir ile adalı kız için yazılmış sanki. ”Yıllar sonra rastladım çocukluk sevgilime o aşina bakışlar bağrımı deldi yine” diye. İşte bu şarkı Aydemir ile Semra’yı anlatmaktadır. Benden söylemesi. Seni burada anmadan geçmek istemedim can dostum benim. Ben bunları yaşadım ama sevgili kan kardeşim sen bunları hiçbir aman okuyamayacaksın. Zaten okumana da gerek yok. Nasıl olsa biliyorsun çünkü sen yaşadın birlikte yaşadık. Biliyorum yukarıdan bile bakarak bunları görüyorsun aslında. Söyle bana neler yapıyorsun oralarda. Şimdi cennette melekleri güldürüyorsun sanırım ve buna inanıyorum. Erkenden gittin bıraktın bizleri. Biz şimdi soğan eker iken açılışı kiminle yapacağız. “Ah anacım, ah anacım” diyerek o malum hikayeyi anlatıp, gözlerimizden yaş gelene kadar kim güldürecek bizleri. Yada İstanbul boğazda sandal ile balığa gider iken yalısının önünde güneşlenmeye çıkan Gülşen Bubikoğlu’nu seyreden ve tesadüfen oradan geçmekte olan sandalla kafa kafaya çarpışmayı anlatarak bizleri nasıl güldüreceksin bilemem artık. Koskoca denizde sanki başka yer yokmuş gibi gele gele senimi buldular benim kısmetli arkadaşım. Kiminle dertleşip şakalaşacağız. Sen gittin ama hatıran hala sürüyor ilk günkü tazeliğinde. Ama merak etme, arkanda aslan gibi çocuklarını bıraktık ve inşallah onlar devam ettirecekler senin kaldığın yerden aldıkların görevlerini bundan hiç şüphen olmasın. İnanır mısın seni anmadığım gün yok. Sensizlik gerçekten çok zor Allah arkada kalanlara sabır sana da bol rahmet versin.

Dönelim mahallemize artık kaldığımız yerden devam edelim diyerek. Bütün bunların yanında bizim hayatımızda oldukça yeri olan Arap. Bu Saadettin’in köpeği idi. Simsiyah bir tüylerle beraber pırıl, pırıl ve zeka fışkıran bir çift kara göz, ufacık bir boy. Cinsinden dolayı küçük bir şeydi. Bizim bütün oyunlarımıza iştirak ederdi. Bizler saklambaç oynar iken oda bizimle beraber saklanır, biz ebe olduğumuzda herkes saklandığında eğer Arap ortada görünmüyor ise onun adını yüksek ses ile bağırdığımızda hemen koşarak gelir ve yanındakilerin yerini belli ederdi. Bizlerde her zaman ona vermek için cebimizde birkaç akide şekeri bulundururduk. Bizler okula gider iken Hasan bir tamircinin yanında çalışıyordu. Çok zeki ve akıllı. Bunun yanında çok da espri dolu biriydi. Söylemiş olduğu sözler veya yapmış olduğu hareketler ile bizleri mutlaka güldürürdü. Arap ile Hasan arasında geçen çok ilginç bir anı da şöyledir. Hasan bir gün haftalığını almış gelmiş. Daha eve girmeden kapının önünde bizimle karşılaştı. Tabi ki Arap’ta yanımızda idi. Biraz hoş beşten sonra lafın uygun bir yerinde elindeki on lirayı göstererek “yahu şu paranın ne değeri var. Alt tarafı bir kağıt parçası köpeğe atsan yemez” dedi ve “al Arap” diyerek parayı attı. Arap bizim kendisine bir şeyler atarak verdiğimizi bildiği için hemen atlayıp kağıt parayı havada yakaladı. Hasan paraya bir zarar gelmemesi amacıyla Arap’ın üzerine atlayınca Arap ta oyun yapılıyor amacıyla fırlayıp kaçtı. Arap önde bizler arkada koşup duruyoruz mahallenin içinde. Arap’a başka bir şey atarak ağzındakini bıraktırabildik. Hasanın sözü de şöyle oldu. Anladın mı şimdi paranın değerini. Evet Arap paranın değerini bilmiyordu ama parayı kazanan Hasan paranın değerini biliyordu. Yoksa koşar mıydı peşinden.

Aklımıza gelmiş iken bizim Hasandan bir olay daha aktaralım olmaz mı? İlk zamanlar olaylar mahalle çevresinde yaşanmakta iken yaşımız bir miktar yükselince (on yaşında) babam beni yazları çalışmaya vermişti diye bahsetmiştik. Mahalleden arkadaşımız Hasan bir tamirhanede çalışmaktaydı. Bizde çalışmaya başlayınca ancak akşamları ve hafta sonları birlikte olmaktaydık arkadaşlarımız ile birlikte. Hasan’ı daha evvel anlatmıştım yazının başında her zaman neşeli espri dolu biriydi. Bizde bu huyuna alıştığımızdan son birkaç gündür hiç konuşmamasına suratını asmasına bir anlam veremiyor şaşırıyorduk. Devamlı karnının ağrıdığından bahsediyordu. Fırsat bularak hastaneye gidince apandisit olduğunu söyleyerek ameliyat etmişlerdi. Bu arada aklıma geliveren bir anıyı aktarmak istiyorum. Bir arkadaşımla birlikte hastaneye ziyarete gider iken postaneye uğrayarak mektup atmak istemiştik. Postanede gişeye gelip pul aldıktan sonra görevli bayan pulu verir iken “sağ üzerine” dedi ama başka bir şey söyledi mi bilmiyorum. Arkadaşım pulu alarak zarfın üzerine koydu ve kutuya atmak için eğince mektubun üzerindeki pul kayarak düşüp kutunun içine düştü. Görevli bayan “ne yaptınız yapıştırmadın mı” deyince arkadaşım haddinden fazla utandı ve mektubu bankonun üzerine koyarak hemen kaçtık oradan ve olayın etkisi ve utancıyla gülüşerek vardık hastaneye. Hasan’ın Odasına vardığımızda yatağının üzerinde oturuyor bulduk kendisini ve bizi görünce haddinden fazla sevindi. Geçmiş olsun dileklerinden sonra anlatmaya başladı Hasan. Ameliyattan sonra üç gün su vermemişler içmek için, dolayısı ile susuzluktan yanıp kavrulduğunu rüyalarında hep çeşme gördüğünü ve bizim çok sık olarak gittiğimiz şeker pınar denilen yeri çok özlediğini anlatarak özlemini dile getirdi.

Daha önce bizim mahallenin ön tarafındaki çayırlıktan bahsetmiştik. Burada geceleri toplanıp geniş çayırların içerisinde saklambaç oynardık. İşte bu oyunların birisinde Hasan eve giderek bir çarşaf aldı geldi. Bizler bir tane ebe seçerek oyuna başladık. Ebe olanda sanırım Şakir idi. O hepimizden iri yarı olmasına rağmen geceden ve şeytan cin hikayelerinden çok korkardı. Bizde onu korkutmak amacıyla onun çevresinde bu tür hikayeleri oldukça inandırıcı bir şekilde anlatarak ona korkması için zemin hazırlardık. Biz bu tür bir hikayeye başladığımız zaman o “yahu siz yine beni korkutmak için bunları uyduruyorsunuz ama bu defa korkmayacağım” derdi ama yinede bizim kurduğumuz tuzağa mutlaka düşerdi. İşte geceki saklambaç oyununda evden getirilen bir çarşaf ile tuzak kurulmuş ve zemin sağlanmıştı. Herkes saklanarak kaybolduğunda alan çok geniş olduğundan bulmakta oldukça zordu. Biz Şakir'i istediğimiz yere çektikten sonra Hasan çarşafı üzerine geçirerek bir anda önüne çıktı. Şakir bunu görünce hiç beklemeden anacım diyerek gerisin geriye koşmaya başladı. Hasan’da bunun peşine takıldı. Daha evvel anlatır iken arazinin yapısından bahsetmiş ve belirli yerlerde çukurlar ve tümsekler var demiştim. İşte bunların arkasına saklanmış olan başka bir gurup önde Şakir bağırarak koşuyor ve arkada beyaz bir cisim bunları koşturuyor. Ne oluyor demeye kalmadan bunlarda kaçmaya başladılar fakat Hasan’a oldukça yakındılar. Hasan bunları koşturur iken üzerine geçirmiş olduğu çarşaf ayaklarına dolaşınca Hasan düştü ve düşerken de konuştu. Bu konuşmadaki kelimeyi tam olarak hatırlamıyorum ama hemen önlerinde koşan grup sesinden tanıdı. Kendileri de gerçekten korkmuş olarak kaçarken kendilerini korkutanın Hasan olduğunu anlayınca hemen üzerine çullandılar. Bu çullanmanın sonucunda bizler yetişerek Hasan’ı kurtardık ama aynı şeyi çarşaf için söyleyemeyiz. Paramparça oldu. Bazen grup halinde bu çayırlığın etrafında toplanarak plaj yolunda yürürdük. O yol genel olarak boş olduğundan kalabalık bir şekilde yürüsek bile ne biz kimseyi rahatsız ederdik, ne başkaları bizi rahatsız ederdi. Bu yürüyüş anında genelde anlatılacak olan konu genelde cin şeytan hikayelerine getirilir ve korkanlardan birisi bu ortama hazırlanmış olurdu. Olay çok karanlık bir ortamda ve uygun ses tonları ile yapıldığından kişinin korkmamasına imkan yoktu. Zaten bu tür olaylar eskiden beri evlerde büyükler tarafından anlatılır dururdu. Dolayısı ile herkes zaten buna hazırdı. Biz zaten kafasına yerleşmiş ama şüphe ile baktığı bir olayı şüphe kalmayacak şekilde anlatarak onu hazırlardık. Bu kişi genelde Şakir olurdu. Yürüyüş bazen hızlı bazen yavaş, bazen durarak yapılır idi. Dönüşe geçildiğinde etraftaki insanlar teker, teker yolun kıyısındaki boşluklara yatarak ortadan kaybolurlardı. Hasan herkesin kaybolduğunu gördüğünde yürüyüşü biraz daha hızlandırarak Şakir’in de hızlı yürümesini sağlar tam hızlandığı sırada hızlıca kendini yere atarak gözden kaybolur idi. Biraz sonra tek başına kaldığını anlayan Şakir korku dolu bir sesle “Anneeee !!!!!” diyerek koşarak kaçar bize de arkasından kahkahalar ile gülmek kalırdı. Dedik ya bizim Hasan oldukça farklı biriydi. Neşeli şakacı esprileri bol bir insandı ve normal bir olayı anlatmakta iken bile içerisine espriler katarak anlatır bizleri her zaman güldürürdü. Köyde bulunduğu sıralarda yaşlı dedelerin kahvede Domino oynamakta iken yaptıklarını oraya özgü maacır (Muhacir) şivesi ile anlatarak kırar geçirirdi bizleri gülmekten. Oda büyüklerinden dinlediği bir çok olayı bizlere aktarırdı ama ben içlerinden gerçekten yaşanmış bir olayı aktarmak istiyorum. Keşke imkanım olsa da buradaki konuşmaları Trakyalı maacır şivesi ile aktarabilsem sizlere. Neyse sizlerin böyle bir kabiliyeti var ise burada hocanın anlatılacak olan hikayesinde geçen konuşmaları bu şekilde yorumlayarak okuyun birde. Şimdi Hasanın anlattığı olaydan birisini aktaralım burada ama bu olay bir uydurma hikaye değil gerçek bir olaydır. Yaşadıkları civar köylerden birisinde geçer bu olay ve köyde çok sık olarak anlatılır durur. Anlatılanlar bize kadar geldi ve bize de, sizlere aktarmak düştü.

Bir gün buranın camisine genç bir imam gelmiş görev icabı. Yaşından dolayı genelde köyün gençleri ile birlikte olur onlarla geçirirmiş günlerini namaz saatlerinin dışında. Bir gün camideki vaaz esnasında insanların günü geldiğinde öleceklerini bunun kaçınılmaz olduğunu anlatıp ölülerden korkmamak gerektiğini anlatmış. Daha sonra gençlerle bir araya geldiklerinde orada bulunan köyün delikanlılarından birisinin “Ya hocam bize ölülerden kokmayın diyorsun. Peki sen korkmaz mısın?”  deyince hoca “Elbette korkmam. Çünkü ölülerden zarar gelmez” diyerek cevaplandırmış bu soruyu. Bunun üzerine delikanlı Yani sen şimdi gece yarısı mezarlığa girebilir misin?” diye sorunca hoca “neden olmasın oranın herhangi bir yerden farkı yoktur” diyerek ilk söylediklerini pekiştirmiş. Delikanlı bunun üzerine Var mısın iddiasına. Sen gece mezarlığa git ve sana vereceğimiz bir kazığı yere çak ve gel eğer bunu yaparsan ben sana bir gömlek alırım. Ama başaramazsan sen bize bir şişe rakı alacaksın” diye imamı oldukça ciddi bir olayın içine sokar. Hoca daha evvel anlattıklarına istinaden bunu kabul etmekten başka çaresi kalmaz. İddiaya göre belirlenen bir kazık gündüzden mezarlığa bırakılacak ve yakın bir civarına bunun yere çakılması için iri bir taş konacak daha sonra gece olunca köy camisinin yanından yola çıkacak olan hoca mezarlığa giderek oraya bırakılan boyalı kazığı bulacak, yanında götürdüğü kazığı, buraya bırakılan iri taş parçası ile yere çakacak, orada bırakılan kazığı da alarak geri gelecek işlem bu kadar basit!.. O gece yatsı namazından sonra gençler hoca ile buluşarak kendisine hazırladıkları ağaç kazığı vererek “haydi git hallet bakalım bu işi” diyerek uğurlarlar. Yarım saat sonra aynı yerde buluşmak üzere sözleşirler. Bu arada aktarmayı unuttum hoca camide kullandığı sarık ve cüppesi ile geliyor toplanılan yere eteklerini rüzgarda savurarak, artık düşüncesi ne ise, belki de korkusunu bastırmak içindir. Uzatmayalım hoca kendinden emin bir şekilde kendisine verilen kazık denilen ağaç parçasını alarak köyün mezarlığına doğru yola çıkıyor. Bizim delikanlılar bulundukları yerde olayın sonucunu beklemeye başlıyorlar kendi akıllarınca çeşitli senaryolar üreterek. Belirli bir zaman sonra hocanın karşıdan koşarak kendilerine doğru geldiğini görüyorlar ve ona doğru yürüdüklerinde başında sarığının olmadığını cüppesinin bir tarafının boydan boya yırtılmış ve her tarafının toz toprak ve yüzünün kan revan içerisinde olduğunu görünce korku ile hocaya yaklaşarak ne olduğunu soruyorlar. Hoca etrafında insanların olduğu bir yere gelince kendisini güvende hissederek koşmayı bırakıp derin bir nefes alıp kendisine uzatılan sigaradan birkaç kez çektikten sonra anlatmaya başlıyor başına gelenleri. Hoca iddia üzerine verdiği sözü tutmak için mezarlığa gidiyor ve gündüzden oraya bırakılan kazığı ve biraz ilerisindeki ağır taş parçasını buluyor. Yerden aldığı kazığı beline sokarak yanında getirdiği kazığı eline aldığı taş parçası ile yere güzelce çakıyor. Buraya kadar her şeyin çok normal gittiğini anlayan delikanlılar “ya hocam her şey çok güzelde, bu halin nedir senin ne oldu?” deyince hoca korkudan dili titreyerek anlatmaya başlıyor daha sonra başına gelenleri. Kazığı yere çakmak için eğildim ve sıkıca çaktım. İşim bitince ayağa kalkmak isteyince kalkamadım çünkü cüppenin eteğinden tutan birisi beni çekiyordu aşağıya doğru. Ben kurtulmak için daha hızlı bir hareket yapınca oda beni daha fazla çekmekteydi. Daha kuvvetli aslınca benim eteğimi bıraktı ve ben bunun üzerine yere düşerek yuvarlandım. Yüzüme kefenlerini örttüler. Ama ben buradan kurtulup koşarak kaçmaya çalışır iken bir şeylere takılarak tekrar düştüm yere ve emekleyerek kaçmaya çalışıyordum. Ama yüzümü tırnakları ile yırttılar. Ben tekrar düştüm en sonunda kaçarak kurtulup buraya geldim” diyerek anlatıyor başına gelen felaketi. Hep beraber hocanın evine giderek üstünü başını temizleyip kendisini sakinleştiriyorlar ama ne delikanlılarda eve gidecek, nede hocada evde kalacak cesaret kalmıyor. Hep birlikte burada oturup bu gece hocanın başına gelen olayın ne olduğunu düşünüp bir çözüm bulmaya uğraşıyorlar ama hiçbir şey bulamıyorlar doğru düzgün mantık çerçevesinde açıklanacak. Sabaha karşı delikanlılardan birisi o zamana kadar konuşulanların içerisinde en akıllıca olan çözüm ve öneriyi getiriyor “Sabah olunca hep beraber oraya (Mezarlığa diyemiyor) giderek ne olduğu anlayalım” Bu öneriyi hep birlikte kabul ederek sabahın olmasını bekliyorlar. Bu arada neler konuşup anlattıklarını veya davranışlarını bilemiyoruz. Bunu da siz tahmin edin artık. Sabah olup her şey normale dönünce hep beraber evden çıkarak mezarlığa doğru yola çıkıyorlar ürkek adımlar ile. Kalabalık olan grup birbirinden cesaret alıp hep bir ağızdan yapılan korku duaları arasında olayın cereyan ettiği yere geldiklerinde akşam hocanın anlattığı ve etrafındakilerin dinlediği olayın iç yüzü aydınlanmaya başlıyor. Olay anlatıldığı gibi aslında aşağıda açıklandığı şekilde gerçekleşmiştir. Hocamız bahsedilen yere zamanında gelerek elindeki kazığı yere çakmayı başarmıştı ama, bu arada hiç düşünmediği bir olay başına gelmişti. Kazığı çakmak için yere eğildiğinde rüzgarın etkisi ile etrafa savrulan cüppesinin eteği kazığın çakılacağı yere gelir. Gecenin karanlığında siyah cüppeyi fark edemeyen hocamız elindeki kazığı eteğinin üzerine koyarak sıkıca yere çakıyor. İşi bitirip kalkmak istediği zaman bunu başaramayınca eteğinin çekildiğini zannedip paniğe kapılarak kurtulma amacıyla daha kuvvetli çekince cüppe yırtılarak kopuyor ve bu arada hocamız yere düşüyor. Yere düşünce cüppesinin sağlam olan tarafı rüzgarın etkisiyle yüzüne gelince hoca ölülerin kendi yüzüne kefenlerini örttüğünü sanıp daha bir panikleyince emekleyerek kaçmaya çalışıyor ama bu defada hemen ileride bulunan bir böğürtlen kümesinin üzerine çıkıyor ve dolayısı ile dikenler yüzünü ve ellerini yaralıyor. Bu böğürtlen kümesinin üzerinde hocanın sarığını diğer yerde ise hocanın kazık ile birlikte yere çaktığı cüppesinin parçasını buluyorlar. Olay aydınlanmış gerçekler gün ışığına çıkmış olduğundan duruma artık daha farklı biçimde bakmaya başlayarak kahkahalar arasında terk ediyorlar burayı. Geriye köye döndüklerinde artık olayı duymayan kalmıyor ama hoca o akşam köyden ayrılarak terk ediyor orayı ve bir daha da bu köyde hiç görülmüyor. Şimdi bu olayın ne kadarı doğru bilemem. Ben bana anlatılandan yola çıkarak aktardım burada ama hangi köy olduğunu bilmiyorum. Bana çok ilginç geldiği için anılarımda kalmış bende sizler ile paylaştım.

(Devam Edecek)

20.160 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020