YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
12 Nisan 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (2)“Yılan ve Çocuk”

Rıza dedemin yaşlı hallerini hatırlarım. Başında saçları bol miktarda olduğu gibi beyaz olarakta çok az vardı. Sakal ve bıyıkları birde favori kısımları beyazlamıştı. Halihazırda babamın da öyle. Sıra bize gelince görülecek ak mı, kara mı? Bu evden hatırladığım başka bir şey yok. Birde aşağıdaki bir dairede annemler toplanırlardı ve bende yaşıtım bir çocuk ile oynardım. Daha sonraları taşındığımızı hatırlıyorum. Daha taşınmadan evvel birkaç kere gidip gelmiştik bir eve. Burası babamın yaptırdığı bir ev idi. Kapının önünde merdiven yerine kocaman bir taş vardı. Ben bu taştan aşağıya inerek dışarıya oynamaya giderdim ama dönüşte yukarıya çıkamaz taşın önünde kalırdım. Taş o kadar yüksekti benim için. Olayları mümkün olduğu kadarı ile sırayla anlatmaya çalışacağım ama ne kadar buna sadık kalırım bilemiyorum.

Yine bu yaşlarda iken Özbek Köyüne dedemlere giderdik. Hep beraber olarak tarlada orak biçerken yanımızda Sedat Amcam, Yıldız Halam vardı. Bunları çok bariz olarak hatırlıyorum. Çünkü ara sıra Halam veya Amcam “Erhan koş bak kuş yuvası bulduk” derlerdi. Bende koşarak oraya gider sözde kuş yuvasını alır ayak altında kalıp zarar görmesinler diye onları tarlanın etrafında dolaşarak koyacak yer arardım. Bulduğum yeri beğenmez daha emniyetli bir yer arardım. Birde orak işi bittikten sonra bu ekinlerin tarladan harman yerine getirilerek “Düven” tabir ettiğimiz işlem başlardı. Bu ekin yığınları bağlı oldukları ekin saplarından kurtarılarak belirli bir yere serilir ve üzerine “düven” dediğimiz yaklaşık iki metre boyunda yetmiş seksen santimetre eninde ve altına çakılı vaziyette bir sürü çakmak taşı vardı. Bu taşların yere bakan kısımları keskinleştirilmişti. Tahtaların üzerine sıra ile dizilmiş olan bu taşlar bu aracın bir at veya daha başka hayvanlar ile çekilmesi suretiyle devamlı olarak sapların üzerinde gezindikçe bu buğday sapları parçalanır içerisindeki buğdaylar dışarıya çıkarak samanların arasına karışırdı. Daha sonra bu karışık samanlar rüzgarda savrularak buğday taneleri dibe düşer ve işlem bitmiş olurdu.Bu işlemlerin tamamı yaklaşık olarak bir ay kadar sürerdi. Çok uzattık.... Saplar yere serildikten sonra üzerine “düven” konur demiştik. İşte bu durumda saplar çok yüksek ve kabarık olurdu. Bu zamanda iki adet at koşulur ve “düven” bu atlara çektirilirdi. Çünkü atlar koşturularak çalışılırdı. Buda benim çok hoşuma giderdi. Bu saplar bir miktar yassılaştığında atlar çıkarılarak bu defada bir adet öküz konurdu ve bu hayvan yavaş adımlar ile akşama kadar bunların üzerinde döner dururdu. Yazın ve öğlenin sıcağında bu düvenin üzerinde durmak imkansızdı. Bu zamanda kayışları bana vererek beni oturturlardı ve ben burada döner dururdum. Bu benim hoşuma gittiği gibi onların da işlerine gelirdi. Ya başka bir iş ile ilgilenirler, yada gölgeye çekilerek dinlenirlerdi bir vakit. Hem tarlada, hem de harman yerinde mutlaka bulunan bir şeyi buraya aktarmayı uygun buluyorum. Kocaman bir testi (desti) denilen şey vardı. Bunun içine su doldurularak ağzına uygun gelecek büyüklükte bir çam kozalağı sıkıştırılırdı. Aklımda kaldığına göre bu kozalak yeşildi. Kozalak testinin ağzına kapatıldıktan sonra bunun üzerine de gövdesi uygun şekilde kesilerek içindeki çekirdekleri boşaltılan susak denilen şey (su kabağı) kapatılırdı. Testinin üzerinde ise sıkıca sarılmış kalın bir çuval vardı. Kahve renkli olan bu çuval ıslatılarak esintili bir yere bırakılırdı ve su içmek için buraya geldiğimizde susak ele alınarak testinin ağzındaki çam kozağından kapak çıkarılarak susağın içine su doldurulur iken hafif bir çam kokusu vururdu yüzümüze. İçmeye başladığınızda su tatlı bir serinlikte idi ve daha çok çam ağacı kokusu gelirdi ağzınıza tatlı bir lezzet vererek. Suyu içtikten sonra susak içerisinde kalan su olur ise bunu da testinin üzerine sarılmış olan çuval parçasına dökerek ıslatırlardı. Bu testinin soğumasını sağlarmış. Uzun yıllar sonra mesleğimiz icabı soğutma işleri ile de meşgul olunca bunun buz dolaplarında kullanılan temel prensip olduğunu öğrenmiştim. Çuval parçasının üzerindeki su buharlaşarak uçarken testinin üzerindeki ısıyı alarak serinlemesine yardımcı oluyordu. Hala susaktan içilen suyun testi üzerinde kapak yapılan çam kozalağı kokusunu hatırlarım. Tarlada yaşanan günler ile ilgili olarak aklımda kalan bana göre bazı ilginç olaylar şöyle.

Bir kere öğle yemekleri esnasında tarlada bol soğanlı ve biberli domates salatası yapılır, bunun üzerine de hemen orada temizlenerek üzerine yatırılıp servis edilen tuzlu sardalye balığı yenirdi. Ağustos ayının en kızgın zamanında öğle yemeğinde tuzlu balık yenmekte idi ve güneşin altında çok terlediğimiz için “tuzlu balık karşılar gerekli olanları” diyerek anlatırlardı olayı büyüklerimiz. O zamanlar insanlarda tansiyon problemi yok muydu veya bizler mi bilmiyorduk acaba? Bugünlerde bakın insanlara o sıcağın altında bırakın tuzlu balık yemeyi, akıllarından geçirseler tansiyonları çıkar. Ne dersiniz bir düşünün bakalım. Hemen her şeyi bir tarafa bırakın çok ta lezzetli olurdu yani. Bu arada hemen aklıma geliverdiği için aktarayım. Orak biçer iken çok sık olarak ellerini veya kollarını keserek hafifçe yaralanmakta idiler. Bu her ne kadar onları işten alıkoyacak kadar büyük bir şey değil bile olsa da gene de insanın canını yakarak rahatsızlık vermekteydi. İşte böyle bir yaralanmanın ardından hemen bir diş sarımsağın ortadan kesilerek buraya sürüldüğünü hatırlarım. Kesiğin üzerine sarımsak sürüldüğü anda yarayı yaktığı için o kişi bu yaranın üzerine üfleyerek acısını dindirmeye çalışırdı ama, kısa bir süre sonra bu yanma hissi geçer rahatlardı yaralanan kişi. Hemen o gün yara kabuk tutarak geçmeye başlardı. İşte sizlere o günler ile ilgili bir tedavi yöntemi. Şimdi yaraya sarımsak sürünce kesilen yeri yaktığı için canınızı acıttığını söyleyeceksiniz. Daha düne kadar kullandığınız tentürdiyot daha mı az yakıyordu canınızı söyleyin bakalım? Büyükler orak biçmekte iken tarlanın kenarındaki ağaçların altına yiyecekler arabanın üzerine konur ve hayvanlar burada gölgede dinlenirlerdi. Ağaçlara kurulan bir Çingene salıncağı üzerinde çocuk uyutularak dinlendirilirdi. Eğer çocuk daha büyükçe ise yine gölge ve düz bir yere serilen genelde bir hasır veya kilim üzerine çocuk oturtularak, oyalanması için önüne birkaç parça bir şeyler verilir, uzaktan takip edilerek çalışmaya devam edilirdi. Bu önüne oyalanması için verilenlerse genelde bir iki parça çam kozalağı bir iki tane kuru soğan, patates ve pelit denilen meşe palamut’u veya bunlara benzeyen şeyler. Zaman geçip çocuk acıktığında onun karnını doyurmak için çeşitli yöntemler kullanılırdı. Eğer çocuk küçük ise annesi gelir emzirir ve tekrar işinin başına dönerdi. Biraz daha büyükçe ise hazırlanan yemek önüne konularak hem kendi kendine yemesi, hem de oyalanması sağlanırdı. Bundan başka bir yöntem ise eğer evde ufak bir çocuk var ise ona baktırılırdı. Çünkü başka bir çare yoktu. İşte böyle bir zamanda anlatılan bir olay vardı ve yakın köylerden birisinde yaşanmıştı. Oldukça ilginç olmasının yanında eğer anlatan kişinin birazcık anlatma kabiliyeti var ise o kişiye çok sık olarak bu konu anlattırılır ve “Allah korusun” nidaları arasında kahkahalar atarak dinlerlerdi. Olay şöyle gelişmişti. Annelerden birisi orak biçme işlemleri arasında acıkan çocuğunu doyurmak için bir tasta (kase) ısıtmış olduğu sütün içerisinde şeker eritip bir miktar ekmek doğrayarak bu yemeği çocuğunun önüne koyup (bunu yi, ben yine gelcem) bunu ye ben (gene) tekrar geleceğim diyerek kendisi tekrar orak biçmeye döner diğerlerinin yanına. Bir müddet sonra kontrol etmek amacıyla biraz evvel çocuğunu bıraktığı ağaçların altıdaki serin yere dönünce gördüğü manzara karşısında donakalır zavallı kadın. Çocuğunun yanında kocaman bir yılan vardır ve az evvel çocuğunun yemesi için bıraktığı süt tasının içerisine uzanmıştır ve süt içmektedir çatal diliyle. Bunu gören kadının korku ile aklı başından gitmiştir ve farkında olmadan attığı büyük bir çığlıkla korkusunu belirtir ama ilk şaşkınlığı geçince gördükleri karşısında ağlasın mı, gülsün mü karar veremez. Siz olsaydınız ne yapardınız? Hep bir ağızdan bu kadarda olmaz diyeceğinizi duyar gibiyim. Hemen ileride orak biçmekte olan eşi ile kayın pederi ve diğerleri çığlığı duyunca koşarak yanına gelmişler kadının ve gördükleri karşısında şaşırmalarına rağmen yaşlı adam hepsini durdurmuş “Sakın kıpırdamayın, sakin olun korkutmayın yılanı” diyerek. Hepsi bu manzara karşısında donmuş gibi durarak beklemekte iken bir de hemen karşılarında cereyan eden olayları takip etmekteler korku ve heyecan içerisinde. Fakat olay onların tahminlerinin dışında gelişmektedir. Seyrettikleri bu olay karşısında ne yapacaklarını nasıl davranacaklarını bilememenin huzursuzluğu içersindedirler ve yaşlı adam çok sık olarak sakin olun sakın kıpırdamayın böylesi daha güvenli” diyerek durdurmaktadır onları gördükleri manzara karşısında. Görünen şudur. Hasır üzerinde oturmakta olan çocuk elindeki kaşık ile önündeki tastan süte doğranmış olan ekmekleri yemekte ve hemen yanında duran kocaman bir yılan ise başını süt tasının içine sokmuş sütü içmeye devam ediyor. Belli ki süt kokusuna gelmiş. Çocuk ağzına aldığı bir lokmadan sonra yılana doğru bir bakıyor ve ondan sonra elindeki kaşık ile yılanın kafasına vurarak “papalayında yi” “mamalarından da ye” diye bağırıyor ve tekrar başlıyormuş yemeye. Yani süt içerisine doğranmış olan ekmek parçalarından da yemesini istiyormuş kocaman yılanın. Yaşlı adam korkutmamak için “sakin olun” diyerek uyarmakta imiş. Herkes böyle büyülenmiş gibi kaldıkları bir sırada ağzından akan sütü çatal dili ile yalayan yılan gayet sakin bir tavır ile çocuğun yanından geçip süzülerek hemen arkada bulunan çalıların arasında kaybolur gider. Hemen çocuğun yanına koşan annesi kucağına alarak korku içerisinde kocasına ve kayın babasına dönerek çocuk yılanla aynı yerden yedi zehirlenmiştir belki. Şimdi ne yapmamız gerekir?” diye sorar. Yaşlı adam “çocuğu alın, hemen köyün en yaşlısına götürelim o böyle şeyleri bilir” deyince oğlu ufak çocuğu kaptığı gibi koşarak gelirler köydeki yaşlı adamın evine. Bu yaşlı adamın adını da söylüyorlardı ama şu anda hiç hatırlamıyorum. Neyse ihtiyar adama olanları bütün teferruatı ile anlatırlar büyük heyecan içerisinde ve hep bir ağızdan. Bu arada ufaklık neşe ile gülücükler saçmaktadır etrafa. Anlatılan hikayeyi büyük bir dikkatle dinleyen yaşlı adam,“korkmayın yılanlar sadece düşmanları ile avlarına karşı kullanır zehrini” diyerek yüreklerine soğuk su serper. Eeeee ne de olsa yaşlı ve tecrübeli, çok şeyi bilecek demektir elbette. Buda aklımıza takılıveren bir gerçek tarla hikayesi işte. Ben duydum ve anlattım bakalım sonunda ne olacak. Haaa!! bu arada yılanların süt içmeyi çok sevdiğini bilir misiniz? Bazen arazide bazen de köyde hayvanların kaldığı dama girip başını havaya doğru kaldırarak ineğin memesine yapışır ve oradan doyuncaya kadar süt emermiş. Dedem gece yeni doğan bir buzağıyı kontrol amacı ile dama girdiğinde anaç ineğin memesinden süt içmekte olan yılan ile karşılaşmış. “Yapacak hiçbir şey yok öylece kalakaldım hareket etmeden yoksa ineği zehirleyebilirdi” diye anlatırdı. Bazen ineklerin memelerinden yılan süt içtiği için bu meme kuruyarak bir daha süt vermezmiş. Bu memeden kastım şudur. Bildiğiniz gibi hayvanın memesinin birkaç tane süt veren başı vardır. Ben onlardan bir tanesini kast ettim. Eğer yılan tarafından kullanılan bu meme erken teşhis edilebilir ise çeşitli yöntemler kullanılarak tekrar süt vermeye başlar imiş yani tedavisi de var. Yılanlardan çok fazla bahsettik yeter artık dönelim konuya, yeri gelir ise ilerilerde devam ederiz anlatmaya.

(Devam Edecek)

4.465 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020