YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
19 Nisan 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (3) “Kalaycı Geldi Hanım”

Çanakkale’de yapılan eve nasıl taşındık bilmiyorum. Araba mı tuttuk, sırtta mı taşıdılar hatırlamıyorum. Yalnız odanın birisinde biz oturuyorduk. Diğerinde ise Annem, Dedemler (Musa dedemler) kalıyordu. Bu durumda aklımda kalan şey dedemlerin kaldığı odanın pencereleri yoktu. Buraya cam yerine bir kilim serilmişti. Bazen buraya geçtiğimde rüzgardan dolayı kilim açılıyor ve içeriye serpinti halinde kar giriyordu. O zamanlar çok fazla kar yağıyordu. Evde birde koca nine vardı. Yuvarlak ve kalın camlı gözlükleri dikkat çekiyordu. Odada bir sandalyede otururdu. Herkes ondan çekinirdi. Bazen bizler yaramazlık falan yaptığımızda azar işitince gözlüklü nine (Hatice) bizden yana olur herkesi sustururdu. Anneannem (Ziyneti) tam bir köylü kadını idi. Çok yumuşak bir sesi vardı. Bizleri sever iken köy ağzı ile konuşur bu da bizim hoşumuza giderdi. Gınalı Guzum (Kınalı Kuzum) derdi bizleri sever iken. Evde konuşulan bir olay vardı. Tam olarak pek hatırlayamıyorum ama olay koca nine ile ilgiliydi. Koca ninemiz gençliğinde, daha doğrusu yeni evliyken köyü eşkıyalar basmış. Eve girmek isteyen eşkıyalara karşı sabaha kadar mavzer sıkarak (ateş ederek) karşı koymuşlar koca dedem ile beraber. Sabah olup zaptiye gelince kaçan eşkıyalardan bu şekilde kurtulmuşlar. Bu olayın zamanı ne derseniz pek bilemiyorum ama herhalde birinci dünya savaşı sonrası olması gerekir. Çünkü her yerde olduğu gibi o taraflarda da eşkıyalık oldukça artmıştı o zamanlar. Ama gene de tarih olarak kesinlikle emin değilim.

Dönelim mahalleye gene, dışarısı (biz çocuklar olarak konuşur isek) boyumuzca kar yığılıyor saçaklardan aşağıya sarkan buzların kalınlıkları kol gibi, uzunlukları da yaklaşık olarak bir metreye yakındı. Dışarıya çıktığımızda annemiz; “saçakların altında pek fazla dolaşmayın yoksa evlerin saçaklarından sarkan sivri buzlar kafanıza düşer” diye uyarırdı ve doğruluğundan hiçbir zaman emin olamadığımız;çocuğun birisi saçakların altından geçer iken böyle sivri bir buz düşerek kafasına saplanmış, çocuk ölmemiş ama kör kalmış” diye aktarırlar idi hemencecik. Biz bu uyarıya “peki” derdik ama, daha sonra saçak altlarına giderek elimize aldığımız bir sopa yardımı ile bu buzlara erişerek kırıp düşürmeye çalışırdık. Eğer başarılı olur isek bunu elimize alıp yalayarak yemeye uğraşırdık. Bu kış günlerinde evlerde mutlaka “Kar Helvası” yapılırdı. Kar yağmaya başlayınca biz hemen kar helvası isterdik ama ilk yağan kardan helva olmaz derlerdi. Bunun anlamı kar yağar iken havadaki tozlar ile kaplandığından sağlıklı olmazdı. Bunun için daha sonra yağan karları beklerdik. Hele şiddetli bir kar yağmaya başlar ise ki, bazen birkaç gün sürerdi. İşte birinci gün kar yağmaya başlayınca değil, devam eden ikinci gününün karları bir tabak içerisine alınıp üzerine Pekmez dökülerek karıştırılır idi. Annem tabak içerisine koyduğu karları dışarıda karıştırırdı çabucak erimesin diye. Karların rengi pekmez rengine dönüşürdü ve daha sonra bir kaşık yardımı ile bunları yerdik. Kısaca tarif etmek gerekir ise kış gününün pekmezli dondurması diyebiliriz. Biz küçük olduğumuz için bizlere fazla yedirmezler idi hasta olmayalım diye. Halbuki dışarıda sarkan kalın buzları saçaklardan  kırarak yediklerimizi bir bilseler.

Karşı çaprazımızda kalan komşu Aliye Ninenin evinin tarlaya (kuzeye) bakan kısmında biriken karlar benim boyumu geçerdi. Nedense o köşeye çok fazla kar birikirdi kış günlerinde. Bu noktaya gelip avlu tabir edilen kurumuş çalıların üzerine çıkarak kar yığının üzerine balıklama atlar ondan sonrada “Kan Revan” içerisinde yuvarlanır dururduk burada taaa çamura bulanana kadar. Bu evin en kuytu yerine o kadar çok kar birikirdi ki, içine girmeye kalkınca boyumuzu geçer gömülürdük o pamuk gibi kar yumağının içine. O köşenin ayrı bir yeri vardı oyun hayatımızda. Gece sabaha kadar kar yağınca sabahleyin ilk işimiz buraya koşmak olurdu oynamak için. Birde yağan karın hayatımızda ne gibi bir etkisi olabilir? Nedendir bilemem ama çocuklar kar yağmasına karşı ayrı bir ilgi duyarlar. Şimdi doğu bölgelerimizdeki insanları ne kadar ilgilendirir ama benim yaşadığım Marmara Bölgesi çocuklarına Her zaman için “bakın  dışarıda kar yağıyor” dediğiniz her zaman aynı tepkiyi alırsınız. Çocuklar ne zaman olursa olsun sanki daha evvel ezberletilmiş gibi “hani” diyerek koşarlar pencereye yağan karı görmek için. Bu her zaman böyle denemesi bedava. Annem de çocukların bu zaafından faydalanarak kış günlerinde bizleri uykudan kaldırmak için ara sıra bu yöntemi kullanarak kaldırırdı bizleri yataktan. Bazen bende bu yöntemi kendi çocuklarımda kullanmıştım ve başarılıda olmuştum hani. Elbette Temmuz ayında bu yöntemi kullanmanız gerekmiyor tabi çocukları inandırmak için kar yağıyor diye.

Çok uzun zaman sonrasına kadar evimizin girişinde ana kapının üzerinde hemen sol tarafındaki kapı kasasına yapıştırılmış bir kağıt vardı. Bunun üzerinde matbu olarak bazı yazılar vardı ve görevlilerin ara sıra gelerek kapıyı çaldıklarını ve evde hasta olup olmadığını sorup daha sonrada bu kağıdın üzerindeki bir haneye tarih atarak imzalarlar ve giderlerdi. Ne kadar zamanda bir gelirlerdi bilmiyorum. Vatandaşın sağlık sorunları ile ilgilenirdi devlet bu uyguladığı yöntem ile. Bir keresinde mahallede evlerden birisinin giriş kapısı üzerine sarı renkli bir kağıt yapıştırarak burayı karantinaya almışlar idi bulaşıcı bir hastalıktan dolayı. Eve giriş çıkışı yasaklamışlar ve bu işlem yaklaşık olarak on gün kadar da sürmüştü. Bunun sebebini bilmiyorum, Yani hangi hastalık idi onu kastediyorum. Burada önemli olan vatandaşların sağlıkları ile ilgilenmek miydi, yoksa görevlilerin yaptığı gibi öncelikle bu kağıtların imzalanması mı idi pek bilmiyorum. Ama o günlere göre uygulanan bir yöntemdi bu. Bu kadar küçük iken olarak hatırladıklarım pek fazla bir şey yok. Belki zaman içerisinde hatırladıkça buraya aktarırım. Köşede Ali dayı ile Tongur ninenin  evi vardı. Mahalle pek kalabalık değildi. Ali dayının evin önünde kare şeklinde antre gibi bir yer vardı. Oraya girdikten sonra evin giriş kapısına geliyordunuz. İşte bu boşlukta köşe kapmaca oynardık. Bunu özelliklede yağışlı havalarda yapardık. Birde kadınlar kışlık yiyecek hazırlıklarını burada yaparlardı. Esen rüzgarın getirdiği tozdan korunmak için.

Yaz günlerinde annemle beraber itfaiyeye babama yemek götürürdük. Yemekten sonra ben çay kıyısına iner elimde bir sinek olta ile balık tutmaya çalışırdım. O zaman İtfaiye, çayın kıyısında “Küçük köprü” tabir edilen köprünün hemen yanındaydı. Buraya gitmek hoşuma gidiyordu. Çayda balık tutmaya çalıştığım gibi içerideki araçlara binerek oynamakta oldukça keyifli oluyordu. Yazın akşam yemeklerinde kullanmak için soğuk suya ihtiyaç oluyordu. İşte bu amaçla çarşıya gidilerek buz alınması gerekiyordu. Hemen yakında olan çarşıdan buz almakta bana düşüyordu tabi. Kasaplar çarşısını geçtikten sonra en sonda solda bu işlerin yapıldığı bir yer vardı. Şimdi burada bir Peynir helvası yapan iş yeri var. Meşhur Laz’ın Fırını denilen yerin çaprazı. İçerisi çinko ile kaplanmış bir küvete benzeyen ağaçtan yapılmış kocaman bir kasa gibi malzemenin içerisinde uzun bir şekilde hazırlanmış ve ağaçların testere ile kesilmesinden meydana gelen talaşlar ile kaplanmış buzlar, bir testere vasıtası ile kesilerek iple bağlanıyor ve elinize veriliyordu. Siz onun suyunu akıtarak yolunuza devam ediyordunuz. Gideceğiniz yere kadar erimiyordu. Küçük köprünün yoluna girdiğinizde sol köşede itfaiye olduğu gibi sağ köşede de bir çeşme vardı. Bu çeşmede, satın aldığımız buz kalıbını yıkayarak talaşlarından arındırıyorduk ve yemek esnasında sürahinin içerisine atarak içme suyunun soğumasını sağlıyorduk. Bazen de kesilen karpuzun üzerine kırılmış olan buzdan birkaç parça konarak serinlik sağlanıyordu. İtfaiyede yemeği yedikten sonra ben etrafta dolaşmaya başlardım. Babamdan aldığım beş kuruş ile hemen Selahattin bakkala koşarak bir tane Mabel adında çiklet alırdım. Bu çiklet bir kibrit kutusu büyüklüğünde olup daha ince idi. Çiklet üzerindeki renkli kağıdı açtığınızda altından alüminyum kağıda sarılı iki parçalı olarak çiklet çıkardı meydana. Bunlardan bir parçasını ağzınıza attığınızda önce bol şekerli bir tat karşılar idi sizleri. Bu çikletler çeşitli tatlarda idi ama benim hoşuma giden kakao aromalı olandı. Şimdi buraya kadar anlattıklarımız elbette her zaman olan şeylerdi. Yalnız benim asıl aktarmak istediğim konunun yukarıdaki çeşme ile de ilgisi vardı. Şimdi bu ne olabilir demeyin. Elimize aldığımız çikleti açtığımızda vesikalık resim büyüklüğünde sert bir karton parçası çıkıyordu ve bunun arkasına yapıştırılmış küçük ama daha yumuşak bir kağıt parçası daha vardı. İşte bakkaldan aldığım çikleti açmaya başlayarak içindekini ağzıma atıp çiğnemeye başlayıncaya kadar bu çeşmenin olduğu yere gelmiş olurdum. Çeşmenin başına gelince az evvel anlattığımız kağıdın arkasındaki küçük kağıdı çeşmeden akan su ile ıslatarak büyük kağıdın mat olan yüzüne yavaş hareketler ile sürmeye başladığınızda altından bir resim çıkmaya başlardı. Eğer küçük kağıdı fazla ıslatır iseniz çıkan resim daha soluk renkli olurdu ama ıslatma işlemini tam kıvamında yapar iseniz ortaya çıkan resim daha koyu hatlı ve belirgin olurdu. Genelde futbolcu ve artist resimleri çıkardı bu işlemin altından. İşte çeşme ile çikletin ortak birleşimi ile ortaya çıkan anı böyle. Bu ortaya çıkan resimleri biriktirerek bunlar ile oyunlar oynardık ve bunlar bir tür kumara benzeyen oyunlar idi. Onları yeri geldiğinde ele alarak anlatırız etraflıca. Az evvel bahsettiğimiz Çeşmenin arka tarafında bir boş alan vardı. Burada bir tamirci dükkanı olduğu gibi birde kalaycı dükkanı vardı. Tam yola yakın olduğundan buradan geçer iken kalaylama esnasında ateşin üzerinde yeterince ısıtılmış olan bakır kapların üzerine serpilen nışadırın keskin kokusu gelirdi burnunuza. Burada bulunan kalaycı dükkanının önünde her zaman kalaylanması için bırakılmış bir sürü mutfak malzemesi bulunur ve bunların içine kum doldurulup ovularak temizlenmesini izleyebilirdiniz. Daha sonra kimyasal maddeler ile temizlenerek ateşin üzerine konulur ve kalaylama işlemi devam ederdi. Birde mahalle arsında gezen seyyar kalaycılar vardı. Mahallede uygun bir yere çadırlarını kurarlar ve burada işlerini yaparlardı. Bazen de karısı veya kendisi yakın mahalleleri dolaşarak “Kalaycı geldi, hanım” diyerek geldiklerini haber verir kalaylanması gereken malzemeler var ise bunları toplayarak çadırının yanına getirir ve işi bitince de geri götürüp teslim ederlerdi. Geceleri de burada kalırlardı işleri bitene kadar. Uygun bir yere yakılan küçük bir ateşe uzun bir borusu bulunan ve ucundaki kolu çevrilince kuvvetli hava üfleyen bir seyyar körük vasıtası ile ateş canlandırılıp malzemeler ısıtılarak kalaylanmaya hazır hale getirilirdi. Ama daha evvel bahsettiğimiz kalaycı dükkanında ise çok daha büyük ve uzun bir kol yardımı ile aşağı yukarı hareket eden ve bu durumda körük hacmi bir daraltılıp bir genişletilerek havanın ateşe gitmesi sağlanırdı. Bir kalaycı mahalleye gelerek konakladığında biz çocuklar ateşin etrafına biraz uzak mesafede sıralanarak seyrederdik bir süre ve kalaylanmak amacıyla ateş üzerinde yeterince ısıtılmış olan bakır kabın üzerine serpilen nışadırın kokusunu duyardık genzimizi yakacak şekilde. Yine o zamanlar evlerde bakırdan yapılmış olan mutfak malzemeleri çok bulunurdu. Özellikle bu malzemelerin kesinlikle kalaylanması gerekiyordu. Çünkü kalayı bozulmuş olan mutfak malzemelerinin insanları zehirlediklerini çok sık olarak duymaktaydık. Akşamdan bakır tabak içerisinde bırakılan yiyecek cinsine göre de çabuk veya geçte olsa bozularak zehir üretmeye başlar ve bunu fark etmeden içindeki malzeme yenildiğinde mutlaka zehirlemekteydi. Bu tür zehirlenmelerde yemek sindirilip zehir kana geçtiğinden sonra fark edildiğinden tedavisi çok zor olduğu gibi kurtulması da oldukça zor oluyordu. Çok sık olarak bu tür zehirlenme olaylarını çevremizden işitiyorduk. Babam bu konuda çok titiz olduğundan en ufak bir olayda hemen bu malzemelerin kalaylanmasını sağlardı. Daha sonra Alüminyum mutfak malzemeleri piyasaya çıkınca herkes kalay ihtiyacı olmayan ve içerisinde yiyecek maddesi kalınca ölümcül zehirlenmelere yol açmayan bu yeni malzemeye akın etti. Bütün evleri bu maddeden yapılmış malzemeler doldurmaya başladı. 

Bunlar tencereler, sahanlar, sürahiler, bardaklar, yemek tabakları, güğümler ve kovalar v.s. aklınıza ne geliyor ise. O zamanlar çok hızlı bir şekilde herkes bu malzemeleri almaya başladı. İlk zamanlar çok cazip olmasına rağmen yıllar sonra Alüminyumun Alzheimer hastalığına sebep olduğu anlaşıldı ama iş işten geçmişti. O kuşak insanlarında çok çabuk bunamalar başladı. Zaten bu hastalığın en büyük özelliği de bu. Bu çeşmenin arka tarafında boş bir alan vardı ilk zamanlar. İtfaiyenin araçları buraya çekilerek bazı bakım ve tamir işleri yapılır idi burada. Hemen ilk aklımıza geleni aktarmak gerekir ise itfaiyeye ait bir arazözün patlayan lastiğinin burada tamir edilmesi geliyor aklıma Rahmetli Nihat eniştem tarafından. Kocaman kamyon kriko üzerine kaldırılarak lastiği söküldükten sonra yere yatırılarak el ve kol gücü ile dış lastik sökülerek içindeki şamrel dışarıya alınır el ve ayakların yardımı ile kullanılan bir pompa vasıtası ile şişirilerek suya batırılıp patlak kısım bulunur, daha sonra bu kısım bir zımpara vasıtası ile temizlenerek kaynak makinesi buraya yerleştirilip bir sigara ateşi yardımı ile yakılarak etrafa çıkan dumanın kokusu her tarafa savrularak kaynak işlemi yapılmış olurdu. Patlayan yer yama yapıldıktan sonra şambrel yerine konularak tekrar en zor kısım olan dış lastiğin takılma işlemi başlar ve bu yerine konulduktan sonra yerine takılıp ayak pompası ile bunu şişirme işlemi başlardı. Bir arazözün lastiği şişirilir iken pompayı kullanan kişi birkaç kez dinlenir veya başkalarının yardımını alırdı. Gerçekten yorucu ve zahmetli bir iş idi. İşte ben bunları seyretmekte iken eniştem yanındaki bir kaç kişi ile konuşmalarına devam etmekteydi. Bu konuşmalar hemen yakında alınan şoför ehliyeti ile ilgili anlatılan olaylar idi. Burada anlatılmadan kesinlikle geçilemez. Türkiye’nin nereden nereye geliş yaptığı konusunda oldukça çarpıcı bir hatıra benim için. O zamanlar ehliyet almak için şimdiki gibi dershaneler falan yoktu. Zaten çalışabileceğiniz bir araç bulmakta oldukça zordu ya neyse Herhangi bir şekilde direksiyon hakimiyetini öğrendikten sonra ehliyet almak için müracaat edildiğinde sağlık muayenesi için hastaneye sevk ediliyordunuz. Bir kere burada muayeneler yaklaşık olarak bir hafta kadar sürmekteydi. O da şansınız varsa. Daha sonra yazılı için gün alarak imtihana girmek gerekiyordu. Burada sorulan sorulara kitaptaki cevapların aynısını vermek zorunda idiniz noktasına virgülüne kadar. Test olmadığından yazarak cevaplandırmak gerekiyordu bu soruları. Yani tamamıyla ezber. Bunları sizlere anlatanların ağzından aktarıyorum ama bu anlatılanları dinleyenler arasında bu olayları hatırlayacak kişi çoktur. Yazılı sonuçlarını bir hafta sonra öğreniyorsunuz ve sıra direksiyon imtihanı için gün almaya geliyor. Bu imtihana gittiğinizde sizleri hayatınızın en kötü bir günü beklemekte. Çünkü orada bulunan görevli polis memuru arkadaşlardan birisinin tek görevi sizleri sinirlendirerek imtihanı kaybetmenizi sağlamak. Bunun için her konuşmasının başında size ağır küfürler edip hakaret dolu sözler kullanarak o anda sizin sinirlerinize hakim olup olamayacağınıza karar veriyordu. Bazı kişiler bu ağır laflara dayanamayıp o kişiye saldırınca bir daha o görevli burada bulunduğu sürece ehliyet almak imkansız olduğundan bu kişiler ya Balıkesir’e giderlermiş ehliyet almak için, yada daha yakın olan Edremit’e. Bütün bu ehliyet macerasının ardından başarılı olarak ehliyeti alanlar kendilerini oldukça şanslı saymakta idiler. Direksiyon imtihanına girecek olan kişiler birkaç gün önce doktora giderek olayı anlatıp kendilerine o anda sinirlenmemeleri için bir ilaç vermesini isterler ve imtihan sabahı bu ilacı alarak öyle giderlerdi sınav yerine. Bu ağır laflar arasında bir kişinin ne şekilde sınav olabileceğini gözünüzün önüne getirerek karar verin artık. Gerçekten çok zor bir olaydı bu imtihanlar ve ben anlatanların yalancısıyım. Bu imtihan hikayelerini onlarca kişinin ağzından dinlemişimdir.Hem de bu yazıyı hazırlamaya başladıktan sonra tekrar araştırarak teyit etme yoluna gittim. Yani kesinlikle doğru.  Bende aktardım.

(Devam Edecek)

3.299 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020