YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
26 Nisan 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (4) “İtfaiyenin Yanındaki Cambazlar”

Çanakkale’de tahta köprü başında itfaiyenin dış tarafında (koca köprüye bakan taraf) yol ile çay arasında boş bir arazi parçası vardı. Burada belirli günlerde hayvan pazarı kurulurdu. Çok kalabalık olurdu. Buranın tam karşısında bir değirmen vardı ve buraya arabalar ile buğday getirirler ve arabalarını buraya çekerek buğdayların öğütülmesini beklerler çarşıya giderek ihtiyaçlarını giderirler veya hayvan pazarında dolaşarak işlerini hallederlerdi. Bu değirmenin önünden geçince içeriden hafif bir uğultu ile çalışan makinenin gürültüsü ile taze un kokusu duyardınız. Kocaman bir kamyon buraya yanaşır üzerindeki çuvallar dolusu buğday buraya indirilir, daha sonra un imal edilir tekrar yüklenme işlemi başlardı. Bir adet un çuvalını kafasına geçirerek onu bir pelerin gibi kullanan işçiler değirmenden arabaya uzatılan uzun ve kalın enli bir tahta üzerinde arılar gibi hızlı adımlar ile içeriden aldıkları dolu un çuvallarını kamyonun kasasına taşıyarak istif ederlerdi. Ondan sonra brandasını çekip sıkı bir şekilde kapatarak gönderirlerdi. Bu işlem çok kısa bir sürede olurdu. Hamal denilen taşıyıcı kişiler o kadar hızlı çalışlardı ki, yükleme tamamlandığında her birisi bir kenara oturur kalır, bir müddet yerlerinden kalkamazlardı yorgunluktan. Bu unları taşıyan hamalların içerisinde “İsa” denilen bir kişi vardı. Biraz akıldan kıt olup bazı kelimeleri söylemekte zorlanırdı. Kelimeleri kekeleyerek söyler, ama buna rağmen çok çalışkandı ve genelde bu tür taşıma yükleme işlerini o yapardı. Onun bir özelliği de bulunduğu ortamda insanlar ona takılmalarına rağmen o hiç kızmaz aklının erdiği kadarıyla kekeleyerek cevaplar vermeye çalışırdı. Onun bu hareketleri o sırada burada bulunan insanları güldürürdü. İskele meydanında motorlara yükleme yapılır iken İsa’nın orada bulunarak çalıştığını da hatırlarım. Eğer yanlış hatırlamıyor isem bu taşımacılık işleri genelde tahıl ürünleri ile ilgili şeylerdi. Buğday arpa un v.s gibi. Her halde bir kişinin yanında çalışmakta olup devamlı bir işi vardı galiba. Bak bir değirmen hatırası bizi nereye getirdi. İnsanların bazıları köylerinden kendi binek hayvanları ile geldiği gibi birde kendilerine ait olan At Arabası denen türden arabaları olurdu. Önde bir kişi oturur ve arabayı kullanırdı. Arkada oturan kadınlar ve çocuklar olurdu genelde. Erkekler bu tür arabalara pek binmezler ya arabayı kullanırlar, ya da at üzerinde gelirlerdi. Çeşitli cins hayvanlar buraya getirilir kıyasıya pazarlıklar ile satış yapılırdı. Çeşitli cins hayvanlardan atlar, hemen onun yanında katırlar ve eşekler daha ileride sığır ve inekler, daha ileride ise koyunlar ve keçiler v.s gibi idi. Ama benim en çok hoşuma giden taraf atların bulunduğu yerdi. Burada atları kendine özgü çeşitli şekillerde kontrol ederler ondan sonra üzerine binerek Atı koşturup denerlerdi. Atların ayaklarına bakarlar, başını sağlam bir şekilde tutup ağzını açarak dişlerine bakarlar, karnına bastırarak kontrol ederlerdi. Bazen kısa boylu kısa bacaklı bodur atlar vardı ve bunlar çok seri hayvanlar idi. Üstüne binildiğinde kısa bir süre içerinde koca köprünün altından geçerek bir tur atıp geliyordu. Ama bazı hayvanlar vardı ki, uzun bacakları olduğu gibi boynu ve vücudu da oldukça uzun idi ve daha karşıdan bakıldığında kendisini gösteriyordu. Birde bu atların üzerine konulan uygun koşumlar ile albenileri daha da artardı. Bu arada bahsetmeden geçemeyeceğim mademki atlardan bahsettik devam edelim. Mahallede bulunan Hamidiye denilen askeriyenin içinde atlar vardı ilk zamanlar. Fakat bu atlar oldukça farklı yaratıklardı. Bir kere toynak denilen ayakları oldukça kocaman idi ve ayaklarının hemen üzerinde yani paçalarında aşağıya doğru sarkan uzun tüyler vardı yelesinin renginde. Bacakları ve boynu çok kalın idi. Yolda yürür iken diğer atlara göre daha farklı sesler çıkarıyordu ayakları. Daha sonraları bunların İngiliz atları olduğunu ve KATANA denildiğini öğrendim. Bu atlar çok kuvvetli bacaklarından dolayı Top Arabalarını çekmekte kullanılırlarmış. Bazen askerlerin bunların üzerlerine binerek askeriye içerisinde gezdiklerini hatırlarım. Atlar adım attıklarında paçalarından sarkmakta olan yele cinsi kıllar etrafa savrularak güneşin ışığı ile birlikte değişik renklere bürünüyor etrafa dağılıyordu sanki. Dönelim gene konumuza. Az evvel bahsettiğim türde arabalarda benim için ilginçti. Binek arabaları denilen bu at arabaları bu tür günlerde satılır alınırdı buralarda. Bazıları oldukça bakımlı ve temiz olup rengarenk boyaları ile oldukça göz alıcı olurlardı. Bu at arabaları iki çeşit idi. Köylerde kullanılan binek arabalarının yanlarında yaklaşık olarak elli santimetre yüksekliğinde ama yana doğru açılan yükseltiler vardı. Yani bu arabaya tam arkadan baktığınızda bir (V) harfini andırmaktaydı ama Çanakkale içerisinde taşıma için kullanılan arabalar ise yüzeyleri biraz daha geniş olup yanlarındaki çıkıntılar dik olarak yükselir ve yükseltiler yirmi santimetreyi geçmezdi.

Kurban bayramları öncesinde koca köprünün altında hazırlanan özel yerlere kurbanlık hayvanlar konulur, gündüzleri buradan satılır akşamları da hayvanlar burada kalırdı satılana kadar. Bu tarif edilen yere yaklaştığınızda daha uzaktan gelirdi hayvanların kokuları. Etraf saman ve ot artıkları ile hayvan pisliklerinden geçilmezdi. Bağıran hayvanların sesleri kurbanlık seçmeye gelen insanların sesleri ile karışarak yükselirdi göğe. Birde bunları getirenler ile almaya gelenlerin kıyafetleri hoşuma giderdi. Ayakta haki renkli bir külot pantolon, üzerinde beyaz bir gömlek. Onun üzerinde siyah bir yelek, yeleğin üzerinde parlak zincirli bir köstekli saat. Başta bir tane koyu renk kasket ve en altta yani ayaklarda ise iyice cilalanmış pırıl pırıl parlayan körüklü çizme. Hepsinde olmamasına rağmen bazıları bu körüklü çizmelerin üzerine, uçlarında sivri yıldızlar bulunan mahmuzlar takarlardı. Bunlar yürürken şangır şungur diye ses çıkarırdı. Birde deriden yapılma kırbaçlar vardı çok güzel örülerek şekillendirilmiş. Gerçi bu kişiler at üzerine bindiklerinde bu kırbaçları ellerine almalarına rağmen bununla atın canını yakacak şekilde vurmazlardı. Sadece ucundaki sallantılı kısmını atın boynuna dokundurduklarında hayvan bunu anlar emirlere itaat ederdi. Bu kıyafetler içerisinde bulunanları seyretmek çok hoşuma giderdi. Özbek köyünden Rıza dedemin de bu tür bir kıyafeti vardı. Bize geldiğinde ben bu körüklü çizmeleri giymeye uğraşırdım. Buradan daha başka bir anıya geçmek istiyorum. Az evvel dedemin de giydiği bir kıyafetten bahsetmiştim. Hani ayakta haki külot pantolon üzerinde beyaz gömlek ile siyah yelek ve köstekli saat diyerek. Bu arada kış günlerinde en üstte kalın ve yakası kürklü deri palto olduğunu belirtelim. Benim burada aktarmak istediğim başka bir şey var. 2002 yılı Ekim ayında Tekirdağ Muratlı’da çok hoş bir manzara ile karşılaştım. Az evvel bahsettiğim şekilde giyinmiş yaşlı bir adam çekti dikkatimi. Pazar yerinden çıkarak arabamın olduğu yere doğru gitmekte iken önümde giden bu kıyafetli birini görünce ister istemez hatıralara dönerek izlemeye başladım. Aynı bahsettiğim kıyafet ve elbette ayaklarda pırıl pırıl parlayan körüklü çizmeler. Her şey çok güzeldi ama biraz sonra ben şaşalayarak bakakaldım arkasından. Kıyafetine sessizce bakarak anılara daldığım bu kişi biraz ileride duran bisikletine binerek uzaklaştı oradan. Düşünebiliyor musunuz, benim yıllarca atlar üzerinde gördüğüm ve hayalimde de yer eden bu kıyafetlerdeki insanlar bu özgün kıyafet ile şimdi bir bisiklet üzerinde devam etmekteydi seferlerine. Elbette küçümsemiyorum ama bana çok acayip geldi. Hem kıyafetinden vazgeçemeyen birisi hem de binme isteğini bisiklet ile gideren bir vatandaş. Teknolojinin yararı. Bir bisiklet ne su ister ne de yem. Ben şaşaladım. Sizler ne düşünürsünüz bilemem. Anlatmadan geçemedim.

Devam kaldığımız yerden. Birde dedem bize geldiğinde mutlaka kıyma getirirdi ve çabucak hazırlanan kıymalı yumurtayı hep beraber oturup yerdik. Yemekten sonra dedem cebinden parlak tütün tabakasını çıkararak yabancı bir gazeteden kesilmiş bir miktar gazete kağıdına bunun içerisinden aldığı tütünü koyarak sarar ve bir kıyısını diliyle ıslatıp yapıştırır ve bu sigarasını ağzına koyduktan sonra cebinden daha acayip bir parça çıkarırdı. Bu parça parmak uçları ile tutulan kahverengi bir pamuk parçasına benzeyen nesneyi bir taş ile beraber tutarken diğer eli ile de tuttuğu ve dövülerek çok güzel şekil verilmiş olan bir çelik  parçasını bu taşa vurarak kıvılcım çıkmasını sağlardı. Birkaç vuruştan sonra bu koyu renkli pamuğa benzeyen ve adına “KAV” denen madde üzerinde kendisine özgü kokusu ile minicik bir ateş parçası belirir ve buna birkaç kez üfleyip üzerindeki ateşi biraz daha kuvvetlendirerek sigarasının ucuna değdirir ve kalanını da kül tablasının içine  atardı. Ne anlatmaya çalışır iken hatıralar beni nerelere götürdü. Bu anlattığım zamanlarda bol miktarda kibrit vardı, muhtar çakmağı denilen benzinli çakmaklar vardı yandığında yoğun bir is tabakası çıkaran ama eski insanlar dediğimiz o günün yaşayanları nedense bu bir çelik parçası ve taş ile yakılan kavdan yakarlar idi sigaralarını. Uzun yıllar sonra bu hatıraları yazmak için yapılan araştırmalarda benden daha büyük olan başka yaşlılarla konuşulduğunda “KAV” maddesinin yanar iken kendisine özgü bir koku çıkardığını bu madde ile sigara yakıldığında kokunun da sigaraya geçerek hoş bir aroma verdiğini anlattılar. Ben onlardan aktarıyorum. Araştırmalar sonunda kav maddesinin nasıl elde edildiğini de öğrendim. Ağaç üzerinde bulunan koyu renkli mantarımsı bir madde olan kav alınıp yaklaşık olarak on beş gün kadar küllü su içerisinde bekletildikten sonra sudan çıkarılıp sıkılarak suyu akıtılıp daha sonrada kurutularak kullanıma hazır hale gelirmiş. Herhangi bir ağaç üzerinde bu tür maddeye rastladığım anda imal etmek için gerekeni yapacağım. Bakalım başarılı olabilecek miyim.

Neyse geçelim. İtfaiyenin yanındaki boş alanda bu faaliyetlerin kurulmadığı zamanlarda etrafta gençler buldukları bir top ile futbol maçı yapmaya çalışırlardı. Bazen de cambazhane tabir ettiğimiz çadırlar gelir burada akrobasi ve sihirbazlık gösterileri yaparlardı. Halk bunları anlatmak için “itfaiyenin yanına cambazlar gelmiş” diyerek anlatırlardı birbirlerine. Bizde annemle beraber babama yemek getirip hep birlikte yedikten sonra buraya gider babam ücretini ödeyince içeride kendimize bir yer bulup otururduk. Babam görevli olduğundan giremezdi içeriye ama giriş kapısının oralarda bir yerlerde oyalanır dururdu karşıdan bizleri gözeterek. Buradaki insanlar gergin tel üzerinde yürüme gösterileri, atlayıp zıplama, eğilip bükülme kısacası akrobasi yaparlardı. Bu hareketler normal insanların kolay olarak yapamayacağı şeylerdi. Daha doğrusu şimdiki sirk denilen gösteri salonlarının biraz basit olanı idi. Basit sihirbazlık gösterileri yapılır ve hayretler içerisinde kalır bu insanların gerçekten doğa üstü olduklarını sanırdık. Bunlar arasında  cambazhanenin en güzel numarası ve herkesin göz bebeği olan BONCUK meydana gelir yaptıkları salaklıklar ile, yeri geldiğinde akıllı davranıp yeri geldiğinde acemi bir cambaz numaraları yaparken yeri geldiğinde de en tehlikeli numaraları çok büyük bir ustalık ile yapardı. Ben lafı çok uzattım ama kısaca anlatmak gerekir ise tam bir palyaço olarak görev yapardı boncuk. Yukarıda anlatılan hareketleri yaparken bunların içerisine komedi sokar bizleri gülmekten kırar geçirirdi. Kendine özgü sesi ile

“Oy farfara, farfara,

Ateşte koydum mangala,

Ayşe de Fatma dostum var,

Çalkala Boncuk çalkala..” diye boncuk şarkısını söylerken olabildiğince abartılı olarak kıvırır bunun yanında ara sıra pantolonunun arka tarafına yani tam kıçının üzerine yerleştirmiş olduğu minik bir kırmızı renkli lambayı yakarak espriyi arttırırdı. Çalkala boncuk çalkala derken hem çalkalar hem kıçında lamba yakar, hem de bacakları tir,tir titrerdi. Çünkü bunu yerden bilmem kaç metre yukarıda gerilmiş bir telin üzerinde yapardı. “Dünyanın en kuvvetli adamı Herkül aramızda” diye lanse edilen birisi daha vardı. Oldukça adaleli bir vücudu olmasına rağmen çok uzun boylu birisi değildi. “Bu adamın bütün kuvveti kollarına gittiğinden dolayı boyu çok uzamamış kısa kalmış” derlerdi görenler. Bu adam akşam üzerleri cambazhane çadırının önüne çıkarak içeriden getirilen uzun ve kalın bir zinciri vücuduna sardırır daha sonrada bundan kurtulmak amacıyla bütün kuvvetini kollarına verir birkaç kat olarak sarılmış olan bu zinciri kopartarak kurtulup gösteri yapardı reklam amacıyla. Bizde bu kuvvetin karşısında hayran olurduk ve onun gibi olmaya özenirdik. Şu yaşadığımız günlere göre çok basit ama o günlerde bizleri hayrete düşüren küçük sihirbazlık numaraları yaparlardı bu kişiler. Bu çadır içerisinde sihirbaz olarak görev yapanlardan birisi bir gece çok tehlikeli bir numara yapmıştı. Programın başında herkesin gözü önünde kazılan yaklaşık olarak bir metre kadar derinliği olan bir mezara bu sihirbazı gömdüler ve programın sonuna kadar burada kaldı. Gömülür iken yanına bir tane mikrofon vermişlerdi dolayısı ile zaman zaman buradan konuşuyor espriler yapıyordu. O zamanlara göre iyi bir numara idi. Bu gösteriler sadece akşamları olur, gündüzleri de belirli bir saatten sonra kapının önünde bazı özel numaralar yaparak akşam için müşteri çekmeye çalışırlardı reklam yaparak. Elbette ki bu da onların ekmek paraları idi. Hemen aklıma geliveren bir şeyi aktarayım size. Tel üzerinde yürüyen cambazlar bildiğiniz gibi uzun bir sırık yardımı ile yaparlar gösterilerini. Bu onların dengelerini sağlar güven içinde yapmalarını sağlardı numaralarını. İşte bu cambaz çadırında bizim boncuk gösterisini yapar iken yukarıya tel üzerine çıkarak burada yürümek zorunda kalırdı. İlk zamanlar korku ve heyecan ile ne yapacağını şaşırır bacakları titreyerek çıkar yukarıya ve düşmemek için elinden gelen bütün gayreti gösterir, hatta heyecandan elindeki büyük sırığı bile yere düşürürdü ve o şekilde kalırdı yüksek telin üzerinde. Daha çok heyecanlanır ve korkusu arttıkça poposunun arkasındaki minik kırmızı lambayı sık sık yakarak hem heyecanını belli eder, hem de seyirciyi gülmekten kırar geçirirdi bu acemilikleri ile. Fakat en sonunda heyecanını yenerek ve yüksek telin üzerinde karşıdan karşıya geçerdi yürüyerek. Hem de elinde dengesini sağlamak üzere herhangi bir alet olmaksızın. Gerçekten çok büyük bir usta idi. Tabi bu numaradan sonra çadır yıkılırdı alkıştan müşteriler tarafından. Bizim boncuk bu defada alkışlara olan memnuniyetini göstermek için yakardı poposundaki minik kırmızı lambayı. Bunu gören seyirci daha çok yapardı alkışlamasını elleri patlayıncaya kadar. Ne günlerdi onlar. Bir süre sonra aynı bizlerin cambazhanede seyrettiği bazı numaraları sinemada seyretmeye başladık. Tanıdık bir şeyler vardı ve elbette ki çok hoşumuza gitti. Sirk deniyordu adına. Yalnız seyredilen film içerisinde kısa bir bölüm olduğu için tadını alamıyorduk. Ama günlerden bir gün Sirk’te  çevrilen bir film geldi sinemaya ve bu yaşantıyı anlatmaktaydı. İşte o zaman doya doya seyrettik bu sirk numaralarını filimin konusuna hiç dikkat etmeden.

Çanakkale’ye bu çadır gösterileri geldiğinde, bunlarla birlikte kiralık bisikletlerde gelirdi. Belki de diğer gösteri yapanlar ile birlikte dolaşmaktaydılar. Bu kişiler gündüzleri ellerinde bulunan bisikletleri kiraya vererek hemen yan tarafta langırt v.s gibi oyunlar oynatarak para kazanırlardı. On kuruş verdiğiniz zaman itfaiyenin yanından koca köprüye kadar bu bisiklet ile gider gelirdik bir kere. Çabucak bitmesin diye yolu zigzaglar halinde gider biraz sonrada bisikletçinin ıslığını duyunca düz olarak devam ederdik yolumuza. Bazen yirmi beş kuruş verir üç defa için müsaade etmesini isterdik. Onlarda bu müsaadeyi verirlerdi. Eğer şansınız var ise kromajları parlayan ön tekerleği yanında bir bayrak bulunan ve parmağınız ile oynattığınızda çalan bir zili olan bisiklete binerdiniz ki, havadan yanımıza varılmazdı. Şimdilerde kalmadı bunlar. Yani bisiklet kiralama işlemleri. Çünkü herkesin bisikleti var artık. Şimdi benim yetişemediğim bir gösteriden bahsedelim bana çok ilginç gelmişti onun için buraya alarak anlatmak istedim. Birincisi o zaman yaşayan insanların eğlenceleri nelerdi diye sorulduğunda onlara cevap verecek bir belgesel niteliğinde ikincisi o zamanlarda Türkiye’ de oldukça meşhur olan çok önemli bir kişinin anılması ile ilgili olarak aktaralım. Bir keresinde az evvel anlattığımız cambazhane çadırının olduğu yere bir sihirbaz gelmiş. Öyle büyük bir sihirbaz imiş ki, annem çok sık olarak anlatır, anlatır iken hala heyecanlanırdı. Ben hatırlamıyorum tamamen annemin anlatmasına göre aktarayım dedim. İçeride bir numara yapar iken gazete kağıtlarını yırtarak bunları paraya çevirip seyircilere dağıtmış. Hem de istediğiniz kadar alın diyerek bol, bol vermiş seyircilerine. Daha sonra bu paralar sizin olsun istediğiniz gibi kullanın diyerek başka bir oyuna geçmiş. Seyircilerden cebinde çakı olanların çıkarmasını istemiş. O zamanlar hemen her kes cebinde mutlaka bir çakı taşırdı irili ufaklı olarak. İnsanlar çakılarını çıkarınca şimdi sizleri bir üzüm bağına (bahçesine) götüreceğim orada en beğendiğiniz üzüm salkımını eliniz ile tutun ama ben söylemeden sakın kesmeyin diyerek uyarmış. Bu olayı sahneye çıkardığı birkaç kişiye değil çadırdaki bütün seyircilere yapmış. Neyse insanlar üzüm bağına girince “evet şimdi üzüm salkımlarını tutup beni bekleyin” deyip işte o arada ne yaptıysa bir bakıyorlar bütün insanlar bir elleri ile burunlarını tutmakta diğer ellerindeki çakıları buna dayamış olarak beklemekte. Buna benzer bir sürü oyun yapıldıktan sonra sıra çıkışa geldiğinde her kesin aklı fikri az evvel sihirbazdan aldıkları oldukça yüklü miktardaki kağıt paralarda. Çünkü dışarıya çıkarak akılları sıra bol miktarda harcayacaklar. Annem “program bittiğinde salonu boşaltmaya başladık çadırın içerisinde tam kapıdan çıkar iken elimde tuttuğum kağıda baktığımda hala para olarak durmaktaydı. Çadırın kapısından çıkarak ayrılmam ile beraber para tekrar gazete kağıdına döndü” diyerek anlatırdı. Ondan sonrada sanırım adı Zati Sungur idi derdi. Ben buna yetişemedim. Sihirbaz ve cambaz çadırlarının yanında Langırt tabir edilen oyun masaları da kurulurdu. Futbol maçının masaya uyarlanmış bir şekli idi ve o zamanlar popüler bir oyun idi. Oldukça iddialı oyunlar yapılır bizlere de bunları seyretmek kalırdı. Bunların olmadığı zamanlarda çay boyunda bulunan ve çay mahallesi dendiği gibi çingene mahallesi de denilen yerde yaşayan insanların (Bu ifadeleri kesinlik ile küçümsemek için kullanmadım) hemen, hemen bana yaşıt ve benden çok az büyük olan çocukları ellerine aldıkları çeşitli müzik aletleri (Keman, gırnata (klarnet), darbuka ve davul)  ile bu kıyıda aletleri çalmaya uğraşırlar, belirli bir şekilde öğrendikten sonrada bir kaçı bir araya gelerek o günlerin moda şarkılarını çalıp söylerlerdi. Bu arada yanlış çalan olunca onu hemen fark ederek doğru çalması için uyarırlar ve o yanlış yapılan yer üzerinde çalışılır ve tekrar kaldıkları yerden devam ederlerdi. Bunların içerisinde bugünün meşhurları Çanakkaleli, kardeşler v.s gibi kişiler vardı. Bende duvarın üzerinde bir kıyıya oturur bunların çalışmalarını dinler ve izlerdim. O zamanın meşhur şarkısı (Sevda yüklü Kervanlar) hoşuma giderdi. Bu arada çalmaya çalışanlardan daha küçük olan bazı çocuklar çalınan şarkıları söylemeye çalışırlardı bir yandan da oynamaya çalışarak. Yine o zamanlar Kara Hasan tabir edilen bir gırnata (Klarnet) ustası vardı ki anlatılamaz. Düğünlere onun çağırılması ve Kara Hasan’ın bunu kabul ederek o düğünde çalması gerçekten bir ayrıcalık idi. Onun olduğu düğünlerde herkes gerçekten doyardı müziğe ve o zamanki köy düğünlerinde hiç uyumadan üç gün klarnet çaldığı söylenirdi görenler tarafından. Az evvel yukarıda bahsettiğim çalgı antrenmanları yapanların birkaçı sanırım onun çocukları idi. Bunlardan biriside yine pek emin değilim ama adı Engin idi ve babası gibi büyük bir klarnet ustası olarak Çanakkale adını Almanya’lara kadar götürmüştü. Yukarıda anlattığımız küçük çalgıcılar aralarında Engin diye biri vardı kısa bir çalışmadan sonra hızlı bir oyun havası çalmaya başlayarak kendileri gibi etrafı da neşelendirirler, hem çalıp hem söyleyip hem de oynayarak. Seyretmekte olan kız çocuklarda kendilerinden geçercesine oyuna başlayıp etrafı neşeye boğarlardı. Engin dediğimiz kişi daha sonra Çanakkale’de oldukça meşhur birisi oldu ve ünü Almanya’lara kadar gitti ve uzun bir süre oralarda yaşadığını biliyorum. Mademki bu mahalleye geldik o zaman burası ile ilgili birkaç gözlemimizi aktaralım. Bir kere her zaman müzik ile yaşayan bu insanlarımız çok sık olarak birbirleri ile kavga ederler idi. İşte bu kavgalar tam seyirlik bir oyun halini alırdı. Her iki tarafta bir birlerine çingene diye hitap ederler ama kendilerinin çingene olduğunu kabul etmezlerdi. Aklımda kaldığı gibi bu tür bir kavgayı aktarmaya çalışayım. Genelde çocukların kavga etmesinden dolayı çıkardı. Birisinin çocuğu bir diğerinin çocuğuna oyun arasında vurunca ve o çocukta eve gelerek bu olayı annesine aktardığında kavga başlardı. Bunlara genelde erkekler karışmaz olay sadece kadınlar arasında olur biter ve sonlandırılırdı. Bu arada çevredeki bütün komşular kapının önüne çıkarak veya pencerelerinden olayı izlerler zaman zamanda olaya “Haaa! Evet !” gibi tasdikler ile pasif olarak karışır ama her neden ise iki tarafa da aynı cevabı verirlerdi. Kavga çocuğun olayı annesine anlatması ile başlar demiştik ya, olayı duyan kadın hemen kapının önüne çıkarak !.

- “Pis çingane sen kim oluyorsun da benim aslan parçası oğlumu dövüyon” diyerek olayı başlatır,

-“Bu çocuk geleceğin en büyük artisi olcek, eğer bi daa dokunursan ağzını caaart! diye yırtarım diyerek...!” İlk hamleyi başlatırdı. Bu arada her kesin hayali günün birinde çok ünlü bir artist olmaktı ve hazırlıklarını şimdiden yaparak çocukların isimlerini onlara göre koyuyorlardı. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim çocukların isimleri genelde Cüneyt, Türkan, Ayhan, Bahar, Belgin, Göksel v.s gibi artist isimleridi. Bu sataşmayı duyan karşı taraf;

-“Sen kimsin ki, bana kafa tutuyorsun daa (daha) geçen gün gelip de benden tencere istemedin mi şimdi bana bağırıyorsun ben olmasam napcen !.....” deyince öbür taraf

–“ Hoşt köpek ben senin o pis tencerene mi kaldım benim aslan gibi kocam bana en iyisini aldıııı...!” diyerek hemen içeriye girer ve eline almış olduğu tencereyi havaya kaldırıp gösterdikten sonra itina ile yan tarafta bir yere koyarak beklemeye başlardı tenceresine sevgi ile bakarak.

-“Hadi be senin sarhoş kocan ayağına don alamıyor ki bunu alsın  kim bilir nereden çaldı

-“Sen kendi kocana bak. Daaaa..(daha) yeni çıktı mapıstan (hapisten), ırsızlıktan (hırsızlıktan) yatmadı mı altı ay.  Komşulara dönerek üyle değil mi marı?” derlerdi.

Olayı seyretmekte olan komşular başlarını sallayarak tasdik ederlerdi çaresizlik içinde...

"Benim kocam ırsızlıktan (hırsızlıktan) değil kavgadan girdi bikerem içeri” derlerdi. Komşulara dönerek “üyle değil mi marı?...” şeklinde konuşurlardı. Komşular hiç seslerini çıkarmadan başlarını sallayarak tasdik ederlerdi olayı tekrar. Bu kavga devam eder iken olayın en ilginci az evvel kavgayı başlatan çocuklar tekrar bir araya gelerek oynamaya başlamışlardır bile. O zamanlar bu mahalleye Polis bile giremez derlerdi insanlar konuşmalar arasında. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama ben çok kereler geçmeme rağmen hiç kimse tarafından rahatsız edilmedim. Mahalle içerisinde çok sık olarak kavgalar olmasına rağmen yinede birbirlerine oldukça bağlı insanlardır. İçlerinden birisi hastaneye yattığında veya karakola düştüğünde bütün mahalle bir an önce oraya koşarak yapabileceklerini yaparlardı. Eğer o kişi karakolda ise onu kurtarmak için bütün imkanlarını kullanırlardı. Eğer hastanede yatan olursa olayı ilk duydukları anda hemen hastaneye koşarak onu ziyaret ederlerdi. Hastaneye normal olarak gelirler hasta kişinin kendilerini görebileceği veya duyabileceği bir yere geldiklerinde yüksek bir ses ile ağlamaya dövünmeye başlayarak sevgilerini gösterirler ve hastanın yanına çıkarak bilgi alırlar idi. İşte bu durumda Polis bile durduramaz, bir an önce ziyareti bitirip gitmeleri için ellerinden geleni yapardı hastane personeli. Hastayı ziyaret edip oradan ayrıldıktan sonra artık görülmeyecekleri yere gelince tekrar eski hallerine dönerler ve şarkı söyleyerek devam ederlerdi yollarına.

(Devam Edecek)

2.937 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020