YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
31 Mayıs 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (9) “Çanakkale’de Dut İle Balık Tutma Macerası”

Çanakkale’de yıllar öncesinden aklımda kalan çay kenarında yakaladığım balıklar idi. Çay içerisinde bol miktarda kefal balıkları olduğu gibi daha derin sularda kocaman yılan balıkları, yengeçler ile daha sığ kesimlerde kendine özgü bir iz bırakarak berrak suyun içerisinde yürüyerek giden midyeler vardı. Yavaşta olsa hareket ederek bir yerden bir yere gidebiliyorlardı arkalarında derin bir iz bırakarak. Artık bunların kalmadığı malum. Babamın yanına itfaiyeye giderek çay kenarına iner akşama kadar oralarda oyalanarak balık tutmaya çalışırdım ve bunda da çok başarılı olurdum. Yalnız bir akşamüzeri tam köprünün altında balık tutarken yakalamış olduğum iri bir balığı almaya çalışırken çaya düştüm. Su çok derin değildi ama dip bataklıktı. Ben kalkmak için yere basınca oldukça derine batmıştım. Neyse çok fazla debelenmeden sonra kendimi kurtardım. O çamurlu halimle babamın yanına itfaiyeye gidince babam beni kendi kullandıkları banyoya sokarak yıkadı. Yaz günü olduğundan fazla bir problem olmamıştı.

Tahta Köprünün hemen yanındaki itfaiyenin yan tarafında bir değirmen vardı. Sanırım Behzat’ın değirmeni diyorlardı. Bunun değirmenin içinden akarak yolu bölüm geçen ve çaya ulaşan bir akıntı vardı. Sanırım bu su, değirmenin soğutma sisteminde kullanılıyordu. Temiz berrak ama ılık bir suydu. Kış olunca bu suyun aktığı yerden buharlar çıkardı. İşte bu suyun çay ile buluştuğu yere de toprağı kazdığımız zaman bol miktarda kurtçuklar çıkıyordu. İşte bunları kullanarak bol miktarda balık tutabiliyordum. Artık marifet bendemiydi, bu kurtçuklarda mıydı, yoksa balık çok olduğu için miydi  karar verin. Çayda akmakta bulunan su oldukça berrak idi ve her zaman yüzen balıkları rahatça görebiliyordunuz. Daha sonraları çaydaki su yatakları oldukça değişti. Burada rahatça yüzülebiliyordu çocuklar. Çayın ortalarda bazı kısımlarda oldukça derin kısımlar oluştu ki, çocuklar köprünün ayakları üzerine çıkarak buradan suya atlayabiliyorlardı balıklama olarak. Balık tutmak amacıyla çay kenarına inerek suyun kıyısından olta atanlar olduğu gibi bazı amatör balıkçılar küçük köprünün üzerinden aşağıya misinalarını sarkıtarak balık yakalamaya çalışıyorlar ve bunda başarılı oluyorlardı. Oldukça kocaman kefal balıkları yakalanıyordu. Bu kısımların haricinde şimdiki D.S.İ. yanından suya oltanızı attığınızda yılan balıklarını yakalama şansınız çok daha yüksekti. Hemen aklıma geliveren bir balık anısı ise şöyleydi. Biz arkadaşlar ile birlikte Saraycık taraflarına gitmiştik bir yaz günü. Bu köyün içinden geçince bir köprüye gelirsiniz ve burası dört yol olarak anılır ve eski Bursa yoludur. Neyse buralarda bir yerde çay kenarına gelerek arkadaşlar ile birlikte piknik yaptık. Yanımıza gerekli yiyecekleri aldıktan sonra buraya gelerek suyun uygun bir yerinde yüzerek oynamaya, daha sonra gerekli hazırlıkları yaparak balık yakalamaya başladık. Veya bize öyle geldi. Suyun içerisinde bol miktarda balık olmasına rağmen yakalamakta başarısız oluyorduk. Çeşitli yemler denenmesine rağmen başarılı olamıyorduk. Daha sonra etraftaki otların arasından yeşil renkli çekirgeleri avlayarak yem olarak kullanmaya başlayınca şansımız biraz döndü ve yılan balıklarını yakalamaya başladık. Bahsettiğimiz yer genelde civar köylerden insanların bahçe kurarak sebzecilik yaptıkları yerlerdi burası. Çaydan bir motorlu pompa yardımıyla alınan su ile toprak sulanarak mevsimine göre domates biber patlıcan v.s. yetiştirilmekte idi. İşte Bekir dayımın da böyle bir bahçesi vardı ve biz yaz günlerinde teyyare (tayyare) meydanından geçip yürüyerek buraya ziyarete giderdik annem ile beraber. İşte böyle zamanlarda ben su kenarına inerek balık yakalamaya çalışırdım. Ama dayımların balık yakalama teknikleri daha başkaydı. Önce akıntının önüne ağaç dalları ve taşlar ile hafif bir engel yapılarak suyun hızlı akmasını önlediler. Daha sonra Dayımlar etraftan topladıkları bir takım otları ezerek çıkan suyunu dereye döküp balıkları sersemletirler ondan sonrada su üzerine ters dönmüş bir vaziyette çıkan balıkları toplamaya başlarlardı. Bu toplanan otların ne olduğunu bilmiyorum ama ezilen otların posayla karışık suyu dereye dökülünce o bölüm yemyeşil bir renk aldı ve engel kaldırılınca akıntının tesiri ile aktı gitti aşağılara doğru rengi açılarak. Bir keresinde burada olta ile balık yakalamakta çok zorlanmıştım ve çeşitli yemler ile denemeye rağmen başarı çok düşük olmaktaydı. Bir gün etrafta balık tutmaya çalışan bahçe sahiplerinin çocuklarına denk geldim. Bol miktarda balık yakalamışlar ve yakalamaya da devam etmekteydiler. Bunun nasıl olduğunu ben yakalayamadığımı sorunca bana “ne yemi takıyorsun?” dediler. Ben dere kenarından çıkardığım kurtlar veya yakaladığım iri sinekler ile tutmaya çalıştığımı anlatınca bana ellerindeki yemleri gösterdiler. İnanılmaz...!!!  Sıkı durun. İnanmayacaksınız biliyorum ama gene de yazmalıyım ne olduğunu değil mi? Evet bu çocukların balık yakalamakta kullandıkları bu yemler neydi biliyor musunuz?  DUT. Evet sert dutları ortasından bölerek küçük sinek oltası denilen iğnelere takarak suya sarkıtıp balık yakalıyorlardı. İnanılmaz. Çocuklara bu nasıl oluyor dediğim zaman bana hemen yan tarafta yan yatarak dal ve yapraklarını suya sarkıtmış olan dut ağacını gösterdiler. Ağacın üzerinden suya olgun dutlar düşmekte idi ve bu ağacın altında bulunan balıklar hemen bir hamle yaparak suya düşen dutları kapıyorlardı. Bende denedim ama iğneye taktığım yemi hemen kaptırıyordum fakat birkaç denemeden sonra alışarak bende yakalamaya başladım. Balıktan bahseder iken aklıma takılıverdi ve buraya aktarmaya karar verdim şimdilerin bu sarı çayında sinek bile yaşamaz iken.

Bazen köye gider orada kalırdık ailece. Güzel havalarda Özbek Köyüne yaya olarak gider idik. Hastane bayırı denilen kısma doğru gidildiğinde Jandarma alayının arkasından giden bir yol var. Bu yol hala kullanılıyor Karacaören köyüne çıkar. Buranın içerisinden geçerek daha arkada kalan Özbek Köyüne varırdık. Köyün hemen girişinde bir çeşme vardı. Bu çeşmenin yanında Hamam denilen bir eski yapı vardı ve bunun hamam olarak kullanıldığını hiç görmedim. Çeşmenin başında böyle bir yapı olduğuna göre çok eski zamanlardan beri burasının kullanılır olması gerekir. Burada ilk zamanlar gelip geçen develerin konakladıklarını hatırlıyorum. Daha çok eşeklerinin sırtına yükledikleri tenekeden yapılmış su kaplarının içerisine su doldurup taşıyan Karaca örenliler vardı. İlk zamanlar Karacaörenliler gelip burada su alırlar imiş. Özbekliler yani büyük, büyük dedemler buraya göç etmişler. Devlet tarafından kendilerine buradaki topraklar verilmiş. Karacaörenliler onların buraya yerleşmelerini hiç istememişler. Bunun için geceleri buraya gelerek hayvanlarının iplerini keserek salıverirlermiş veya tarlalarına zarar verirlermiş diye anlatırdı annem. B u anlatılanları annem yaşamadı mutlaka oda gelin geldiği Özbek Köyündeki aile büyüklerinin anlatmalarından öğrenerek bize aktardı. İşte bu çeşmeye gelince köye geldiğimizi anlardık. Buraya oturur bir müddet dinlenir ondan sonra köye inerdik. İkinci bir yolda daha ileride mezarlığı geçince tepeye tırmanılarak gidilen bir yol vardı. Burası da köyün içerisine çıkardı. Bu köye çalışan araba olmasına rağmen genelde yürürdük annemlerle beraber. Bahsettiğimiz çeşmenin yanında bir mezarlık vardı. Burası bizim aile kabristanlığımız idi. Babam “biz ölünce buraya gömüleceğiz” derdi. Burada soyadı Özbek olanlar gömülebilirdi sadece derdi.

Tahtacı tabir edilen gezici Türkmenler vardı. Bunların kıyafetleri kendine özgüdür ve her zaman bu kıyafetlerini kullanırlar. Kadınlar renkli ve üst üste giyilen bir çok kıyafet ile bir renk cümbüşü yaratarak kendilerine yakıştırırlardı. Bunları bu yazının yazıldığı zamana kadar Çanakkale pazarında zaman, zaman görmek mümkündü. İşte bu vatandaşlarımızın tahtacı olarak adlandırılması boşuna değildir. Gerçekten işleri budur. Belirli zamanlarda etraftaki köyleri dolaşarak kışın hazırlanan kalın tomrukları, sahibinin isteğine göre keserek tahta haline getirirlerdi. Kocaman tomrukları, kendileri tarafından yapılan ayaklar üzerine koyarak “Bıçkı” denilen testereler yardımı ile keserek tahta haline getirilirdi. Bunları da köylüler işleyerek genelde bina yapımında kullanırlardı. O zamanlar her tarafta odun ve tomruk gibi malzemeler çok fazla vardı. Fakat yeterli makine ve araçlar olmadığından bunlar yüklenerek kasaba veya şehre getirilerek kestirilemiyordu. İşte bu zamanlarda tahtacı denilen vatandaşlarımız köyün hemen dışındaki genelde düven sürmek için kullanılan ve köyün ortak malı olup “Harman Yeri” diye adlandırılan veya mal sahibinin gösterdiği bir yere konaklayarak günler süren çalışmalar ile bu tomrukları tahta veya istenilen ölçü ve kalınlıklara getirmek amacıyla uğraşır geceli gündüzlü çalışırlardı. Kadın erkek fark etmez beraberce bu tomrukları kesmeye uğraşırlar işe sabahın çok erken saatlerinde başlayarak akşam hava kararana kadar çalışırlar eğer yapılan iş sadece tomruklardan kapak alarak kesmek işi ise bunu gece ay ışığında da yaparlardı. Ölçülü ve düzgün kesim işlerini ise gündüze bırakırlardı. Kocaman bıçkının başına karşılıklı olarak iki kişi geçer ve bu bıçkıyı ileri geri çekerek kesmeye devam ederlerdi. Bu işler karşılığında para alınıp verildiğini zannetmiyorum. Daha çok yiyecek buğday,yağ küçük baş hayvan pekmez v.s gibi maddeleri karşılığında yapılırdı. Gerçekten zahmetli bir işti.

Daha evvel bahsetmiş olduğum Koca Bıçak Hasan’ın başka bir yeri vardı çocukluğumda. Bambaşka biriydi. Bir kere çok güzel Harmandalı oynardı. Bu günlere ait özel bir kıyafeti vardı. Tam bir Ege efe kıyafeti idi bu. Özel elbiseler körüklü çizmeler belde işlemeli saldırma falan. Düğünlerde özellikle çağrılarak onun istediği Harmandalı Havası vurulur Koca Bıçak Hasan arka taraftan Ehhheyyyt ! diyerek ortaya çıkar bütün köy sessiz sedasız onu seyrederdi. Bu bahsettiğim köy elbette ki Özbek Köyü idi. Bu düğünlerde birde orta oyunlarına benzeyen bir oyun sergilenirdi. Eğer yanlış hatırlamıyor isem Celil diye birisi vardı (Allah uzun ömür versin 2002 Eylül ayında sağ olduğunu öğrendim). Bu kişi köy fırınından yüzüne sürdüğü is karası ile Arap şekline girer, şimdi hatırlayamadığım bazı komik sözler ile herkesi kırar geçirirdi gülmekten. Uzun bir sopanın üzerine at gibi biner ve oyun bu  şekilde devam ederdi. Oyunun sonuna doğru bu sopanın ucuna bağlanmış olan paçavralar yakılır, Celil arka tarafından ateşler çıkan sopanın üzerinde hızla koşarak düğün yerine girince köylü kırılırdı gülmekten. Kadın kılığına girmiş erkekler de bulunurdu ve hep birlikte oldukça hareketli müzik eşliğinde kıvırtarak oynamalarına devam ederlerdi. Bu oyuna iştirak edenlerden bir erkek yine kadın kılığına girmiş ve başında eşarp olmasına rağmen yüzünün açıkta kalan kısmını abartılı bir şekilde çirkinleştirerek boyamış bazen ağzını çarpıtarak, bazen gözünün birisini şaşı gibi yaparak ve abartılı bir şekilde kırıtmakta olan kişiye oynamakta olduğu oyun esnasında müzik eşliğinde bazı anlamlı hareketler ile beraber olmak için çeşitli kıymetli hediyeler sunar gibi yapar, fakat güzeller güzeli bayan!!! kabul etmezdi. Bu sunulan hediyeler kollarına bol miktarda bilezik ,boynuna birkaç sıra zincir, kulaklarına küpeler gibi şeylerdi ama kadın!!! bunların hiç birisini kabul etmezdi ve bunu da abartılı hareketler ile anlatırdı. En sonunda erkek kadının!!! parmağına yüzük takmayı teklif edince hemen kabul ederek boynuna sarılır ve mutlu sona erişirdi yine oldukça abartılı olarak. Tabi bu hareketler oyun havası tabir ettiğimiz müzik eşliğinde kıvrak dans gösterileri ile yapılır, erkeğin teklifleri ve kadının bunu reddetmesi de oldukça abartılı olarak figüre edilirdi demiştik zaten. Kadınlar ve erkekler ayrı, ayrı yerlerde olmalarına rağmen yinede bu gösteriyi birlikte izlerlerdi. Bu abartılı hareketleri gördükçe erkekler katılarak gülerler, ama kadınlar aynı şekilde sesli olarak gülmezler başlarındaki örtünün bir kısmı ile yüzlerini saklayarak gülmeye çalışırlar ve eğer kendilerini tutamazlar ise; ya arkalarını dönerler, yada iyice yere eğilerek etraftan görünmemeye çalışırlardı gülerler iken. Şimdi kalmadı bunlar.

Yine hatırladığım son bir şeyi daha buraya almakta yarar var sanırım. Köyün delikanlılarından bazılarının üzerlerindeki kazak gibi bir şeyi elleri ile yukarıya çekerek yüzlerini saklamışlar ve vücutlarına kömür isleri ile kaş göz ağız burun yaparak bir insan yüzü çizmişler ve hemen yanlarından sarkan kollarını savurarak çalan müziğin eşliğinde kıvrak figürler ile oynayarak ortaya çıkınca etraftan yüksek bir kahkaha sesi gelmiş daha sonrada alkışlar arasında eşlik ederek katılmışlardı bu gösteriye.  Bunu sadece bir defa izleme şansım oldu ve bir daha da bahsettiğim yerlerde buna denk gelmedim. Bana çok ilginç gelmişti. Burası köy meydanı denilen yerdi. Caminin hemen yanında bulunan çeşme ile kocaman ağacın arasında yapılırdı bu gösteri ve oyunlar. Bayramlarda burada bulunan kocaman palamut ağacına uzun ipler ile salıncaklar kurulur köyün genç kızları burada toplanarak sıra ile bu salıncaklara binerek şarkılar söylerlerdi. Bu şarkılar genelde mani o zaman beyit denilen türden olurdu ve daha sonra toplu halde türküler söylenir idi. Bu salıncağa binmiş olan bir genç kızı bir delikanlının kuvvetli bir şekilde ittirerek salladığını hatırlıyorum. O zamanın tabiri ile “salıncağı havalara uçurdu” denilerek bahsedilirdi bu tür sallanmalara. Bunu hatırlıyorum da o salıncaktaki genç kızı kuvvetli bir şekilde sallayan kişinin o kızın kardeşimi, yoksa akrabası mı, yada köyden başka bir delikanlımı olduğunu hatırlamıyorum. Bu salıncak eğlencesinin mutlaka bir prosedürü vardır ve keşke hatırlayıp ta aktarabilseydim buraya. İlerisi için iyi olurdu bilirdi herkes. Bu köyde ben rastlamadım ama annemin anlattığına göre yine köylerdeki düğün eğlencelerinden biriside kukla oynatmakmış. İki adet tahta kaşık üzerine tülbent v.s sarılarak bebek haline getirilirmiş. Yere yatan birisinin üzerine sadece elleri dışarıda kalacak şekilde bir örtü örtülerek sahne hazır olurmuş. Yarde yatan bu kişi yanındakilerin seslendirdiği veya çaldığı müziğe göre bu tahta kaşık bebekleri oynatarak hoşça vakit geçirtip eğlendirirmiş insanları. Ben görmedim sadece anlatılanları aktardım.

Özbek Köyünde aklı biraz kıt birisi vardı şimdi adını hatırlayamayacağım ama anlatılan olayı da aktarmadan geçmek istemiyorum. Bu kişi akşama kadar köy içerisinde gezer dolaşır aklına estiği yere takılırdı. Hiç kimseye bir zararı yoktu ama her hangi bir olay gerçekleştiğinde hemen iştirak ederdi. Şimdi bunu nasıl anlatıp aktarmak gerekir ise mesela iki kişi konuşmakta iken oda lafa karışarak aklına uygun en yakın kelimeyi söylerdi olayla alakası olsun olmasın kelimenin. Bir gün köye bir kamyon gelmiş ve az evvel bahsettiğimiz köy meydanında geri manevra yapmakta iken bahsedilen kişi kendinden beklendiği gibi “Gel,Gel,Gel” diyerek olaya karışmıştı. Şoför arkadaş bakınca her şeyi ile normal yetişkin bir adamın kendisine işaret ettiğini görünce onun kumandasına göre geri gitmeye başlamıştı. Bu köy meydanının yan tarafında kanal gibi şeyler vardır ve içerinden sular akar. İşte tam buraya gelince araç tekerleği kanala kaçınca araç devrilmişti. Araç geri gelir iken kanala düşer düşmez arabaya “gel, gel” demekte olan kişinin ilk lafı şu olmuştu. “Haaah !! Gördün mü? “ Bu olay çok sık olarak anlatılır idi gülünerek. Aracın şoförü hızla bu kişinin yanına giderek bağırmaya başlayınca köylü ne yapıyorsun yahu bunun aklına uyulur mu hiç?” diyerek adamı zor yatıştırmışlardı...

Babam çocukluğundan bahseder iken Özbek Köyü’nde büyük bir askeri birlik olduğunu anlatırdı. Dedeme ait küçük bir bakkal dükkanını işletmekte olan babam buranın askerlerine sigara tütün v.s. satmakta olduğundan onların sayesinde iş yapar ekmek parasını kazanırdık diye anlatırdı hep. Şimdi bu askeri birliğin hangi amaçla burada bulunduğunu bilemiyorum. Ben bu köyde hiçbir zaman askeri birliğe rast gelmedim ve bu birliğin Özbek Köyü’nün neresinde konuşlandıklarını bilmiyorum. Benim gördüğüm düğünlerin olduğu zamanlarda Çanakkale’den buraya yaya olarak gelir, bulabilir iseler yolda denk geldikleri bir araca binen birkaç Jandarma askeri idi. Düğün boyunca köyde konaklayarak köy odasında kalırlar idi. Bu Özbek köyündeki askeri birlik oldukça kalabalık ve ünlü imiş. Hatta anlatılan ve gerçek olan bir olay daha var burası ile ilgili olarak. Bir gün radyodan yayınlanmakta olan halk Türküleri programını annemle beraber dinlemekteydik bir kış gecesinde. Anlattığımız gibi en büyük eğlence buydu. Şimdi az evvel anlatılan konu ile bu radyonun ne alakası var diyeceksiniz. Aslında çok var anlatacağım konu ile ilgisi. İnsanlar anı olarak hatıralarında sakladıkları olaylara erişebilmeleri için bu anıları ortaya çıkaracak bazı hoş sebepler gerekir. işte bizim anlatacağımız olay gibi. Radyomuz Türkülerden bir demet sunmakta iken biten bir türkünün ardından yeni bir solist çıkarak o çok tatlı olan sesiyle güzel  bir türküye başlayınca annem “bunun kim olduğunu biliyor musun?” dedi. Ben tam kim olduğunu bilmediğimi söyleyeceğim zaman spiker türkü söyleyenin Nurettin Çamlıdağ olduğunu söyledi. Annem bu kişi Özbek Köyünde yaptı askerliğini zamanında, ben o zaman köye yeni gelin gelmiştim köyden bir kız ile isteştiklerini (Sevdiklerini) ama olmadığını anlatmıştı. Hatta o kadının adı bile söylemişti ama ben şu anda hatırlayamadım kim olduğunu. Zaman içerisinde çok ünlü olan birisinin köylerinde yaşamış olması garip bir gurur verirdi onlara. Bakın askeri birlikten nereye geldik anılar böyle işte hangi olayın neyi hatırlatacağı hiç belli olmuyor.

(Devam Edecek)

3.508 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020